Türk Edebiyatı Tarihi Çalışmaları

Türk Edebiyatı Tarihçiliği Çalışmalarının Neresindeyiz?

Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT

Klasik edebiyatımız döneminde, şiire dayalı edebiyatımızın tarihçiliği şuara tezkireleriyle yapılıyordu. Durağan bir toplum hayatı için birbirinden çok farklı olmayan bu eserler, kendi alanında yeterli kaynaklardı; çünkü şairleri unutulmaktan kurtarmak gibi bugün için artık çok küçük görünen bir hedefe hizmet ediyorlardı. Fakat hem fert hem kitle bazında ihtiyaçlarıyla, sıkıntılarıyla, çözüm öneri ve yollarıyla, eğitim ve kalkınma tercihleriyle bütün yaşama şeklini, hedeflerini yeniden düzenleyen medeniyet değişikliği; kültür hayatını, ona bağlı olarak edebiyatı ve dolayısıyla edebiyat tarihi ihtiyacını da farklı bir mecraya sürükledi. Bizde bu yeni ihtiyacı ilk fark eden Ziya Paşa‘dır. Hâlbuki ondan iki asır önce G. B. Donaldo bir Türk Edebiyatı Tarihi ( Della letteratura dei Turchi, Venedik, 1688) yazmıştı bile. Ne var ki aydınlarımızın ta II. Meşrutiyet yıllarına kadar bu ve benzeri eserlerden haberi bile olmadığı için, Türkiye’deki edebiyat tarihçiliğinde söz konusu eserlerin katkısından bahsetmek imkânsızdır. Her alanda çok sık kullanılan ve acı gerçeğin ifadesi olan ibareyi tekrarlamak zorundayız: Amerika’yı yeniden keşfe kalkışmışız.

Ziya Paşa’dan Cumhuriyet’e kadar edebiyat tarihi vadisindeki yürüyüşleri;
I. Hazırlık çalışmaları,
II. İlk adımlar,
III. Olgunlaşmaya doğru biçiminde sınıflandırabiliriz.

I. Hazırlık çalışmaları

” Harabat Mukaddimesi” şairi, Osmanlı sahası şiirini “kudema”, “evasıt” ve “evahir” diye sınıflandırırken; devrindeki Ahmet Cevdet Paşa, Şinasi gibi Türkçenin tabiî yürüyüşünü sezenlerin aksine, dilin Arapça ve Farsçaya daha bağımlı hâle getirilişini gelişme sayarak kendi dil anlayışındaki bilgi noksanlığını ortaya koyar.

Ziya Paşanın 1229 (1874)’da yayımlanan Harabat’ından sonra, edebiyat tarihi ihtiyacını kısmen karşılayan fakat Türkçenin dil yâdigârlarına toplu bakıştan tamamen uzak bazı eserler hazırladığını görürüz. Bunlardan Ebuzziya Tevfik’in 1296 (1879)’da basılan Nümune-i Edebiyat-ı Osmaniye’sinde baskıları edip sayısı ve metin bakımından birbirinden farklı olmakla beraber toplam 20 nesir üstadının biyografileri verilip, özellikle dili kullanımları hakkında hükümlerden sonra, eserlerinden örnek gösterilmiştir. Burada tarihî sıranın gözetilmesi, edebiyat tarihi ihtiyacını; nazım alışkanlığından nesre geçilmesi ise edebiyatımızın ve kültür hayatımızın XIX. yüzyıldan itibaren gözünü çevirdiği yeni ufuklara işarettir.

Recai-zâde‘nin Kudemâdan Birkaç Şair (1305 [1885]) adlı antolojisi de 12 şairin hayat ve eserlerini kronolojik sıra ile verdiği için, edebiyat tarihi ihtiyacını kulak ardı etmeyen, fakat alışkanlıklara daha mağlup bir kitaptır. Muallim Naci‘nin Osmanlı Şairleri (1887) ve Mehmet Celâl’in Osmanlı Edebiyatı Numuneleri(1893) için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Bu arada henüz bir Türk Edebiyatı tarihinin yazılmadığı Türkiye’de, Batı edebiyatlarıyla ilgili toplu bilgi veren bazı eserlerin yayımlandığı görülüyor. Bu durumu pek de yadırgamamalı. Çünkü o tarihlerde Batı edebiyatlarıyla ilgili malzeme daha boldu ve üstelik o malzemeyle yazılmış pek çok edebiyat tarihi örnek olarak ortadaydı. Hâlit Ziya Uşaklıgil‘in Garp’tan Şark’a Bir Seyyâle-i Edebiye: Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi -Methâl- Ezmine-i Mutavassata ve 16. Asır(1885), Nüzhet’in Elsine-i Garbiye ve Üdebâsı (1888) adlı kitapları; Mektep mecmuasında (1894) Mübarek Galip’in Alman edebiyatı tarihi ve Emin Şükrü’nün İngiliz edebiyatı tarihi konulu yazıları, Mehmet Ali Ayni ve Mehmet Galip’in Tarih-i Edebî-i Âlem (1901) adıyla Frédric Lollée’den tercüme ettikleri eser, muhakkak ki aydınlarımızın zihninde “edebiyat tarihi” kavramını bir bilim dalı ve ihtiyaç olarak beslemiştir.

II. İlk adımlar

Yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmalar (1901’de basılan Tarih-i Edebî-i Âlem hariç), artık “edebiyat tarihi” fikrini yeterince bir kıvama getirmiş olmalı ki, Abdülhalim Memduh 1888’de yani Donaldo’dan tam 200 yıl sonra, ilk defa bu tür adını kitabının adına yerleştirerek Tarihi Edebiyat-ı Osmaniye’yi yazmıştır. Üç bölümlük bu eserin baş tarafı Osmanlı sahası Türkçesi ve Dîvan şiirine ait teknik ve çok yüzeysel bilgilerin verildiği “Bazı Mütâlâat” başlıklı kısımdır.

Osmanlı nesrini Sinan Paşa ile XV. yüzyıldan, şiiri ise Fuzulî ile XVI. yüzyıldan başlatan Abdülhalim Memduh, Osmanlı Edebiyatını ikiye ayırır. XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar ve Akif Paşa ile başlayan “Devr-i Teceddüt”.

Yazarın ilgilendiği saha ve zaman dilimi dikkate alınınca, bu tasnif tarzına günümüze kadar uyulduğu görülür.

1892 (1308)’de Londra’da toplanan Müsteşrikler Kongresine bildiri olarak sunulmak üzere Mehmet Fuat Bey (1859-1925) tarafından hazırlanan Tarihçe-i Lisan-ı Osmanî de sık sık “edebiyat tarihi” veya “tarih-i edebiyat” ifadelerinin kullanıldığı yani bu fikrin kabullenildiği eserlerdendir. Bu risalenin 9-26. sayfaları arasında, Osmanlı sahası Türk Edebiyatının tarihî seyri çok özet biçimde verilmeye çalışılmıştır.

Edebiyat tarihi vadisindeki ilk adımların sıklaşması, orta dereceli okul müfredatlarına “edebiyat tarihi” derslerinin girmesiyle olmuştur. Şahabettin Süleyman‘ın 1910’da yayımlanan Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye’sinde bu eserin idadîlerin 6. ve 7. sınıfları için yazıldığı belirtilmektedir. Ancak o yılların idadî ders programlarında edebiyat tarihi, başlı başına bir ders olarak yer almıyor. Öyle anlaşılıyor ki bu ders, “Türkçe” müfredatı içerisinde yer bulmuştur. Darülfünûn’da ise 1909’da edebiyat tarihi okutulduğunu biliyoruz.

Şahabettin Süleyman’ın Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye’sinin başında “Sanatın teşekkülü”, Osmanlı Lisanı”, “Edvâr-ı edebiye” ve “Tasavvuf” gibi konular hakkında 22 sayfa hacminde bilgiler verilmiştir. Yazarın bildirdiğine göre bu bahislerden ilki Batılı estetikçilerden Eugene Veron’dan üçüncüsü ise Emile Faguet’den mealen alınmıştır. Adı geçen iki estetikçi de Türkiye’de daha önce tanınıyordu. Fakat edebiyat tarihi vadisinde onlara istinaden bir yol inşası ilk defa bu eserle olmuştur. Başka bir söyleyişle Batılı yöntemin ilk izleri bu eserdedir.

Edebî devirlerin tespiti meselesinde edebiyatın teşekkülü ve değişimin cemiyetteki oluşum ve değişimlerle irtibatlandırılması, daha sonraki edebiyat tarihlerimiz için temel ilkelerden biri hâlinde devam edecektir.

Şahabettin Süleyman, Osmanlı lisanının kaynağını zikrettikten sonra Osmanlı sınırlarına çekilerek bu sahadaki edebiyatın üç devrede ele alınabileceğini söylüyor: 1. Hicrî XII. asrın sonlarıyla XIII. asrın başlarına yani XIX. yüzyıla kadar birinci devir, ondan sonraki yıllar ikinci devir, Edebiyat-ı Cedide üçüncü devir. Şahabettin Süleyman’ın 2. ve 3. devir arasındaki Muallim Naci ve takipçilerini “Fetret-i Edebiye” olarak kabul edişi (s. 16) günümüze kadar tekrarlanan sübjektif bir kanaattir.

Eslâf adlı eseriyle tezkirecilik geleneğini sürdüren Faik Reşat, Darülfünûn Edebiyat Şubesi “Edebiyat Tarihi” hocası olarak, bu yeni alana ayak uydurmak için 1911’de Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye’yi kaleme aldı. Eserin “Medhâl”inde Ali Ekrem (Bolayır), Müftüoğlu Ahmet Hikmet, İsmail Safa, Muallim Naci, Recai-zâde gibi ediplerimizin fikirlerinden istifade ederek edebiyatın malzemesi ve tarihiyle ilgili bilgiler verir. Bu sırada özellikle Ziya Paşa’nın “Harabat Mukaddemesi”ni hedef alışı, dikkatten kaçmayacak ölçüdedir. Faik Reşat, bir yandan Osmanlı sahası şiirini Âşık Paşa’dan Şinasi’ye kadar 12 devir hâlinde gösterirken, diğer yandan bunların arasında bazı ortak taraflar arayıp Âşık Paşadan Bakî‘ye kadarki devirleri “tufeyliyet” (çocukluk), Bakî’yi “Devr-i Kemâl”, Nef’î ve Nâbî zamanlarını “Devr-i İkbal”, Şeyh Galip‘i ise “Devr-i Zeval” sayar. Şinasi’den Edebiyat-ı Cedide zümresine kadarki Tanzimat devri ediplerini ise “Hatt-ı Vasl” (kavuşma çizgisi) diye vasıflandırması (s. 19-24) yenileşmeyi herkes kadar fark ettiğini gösterir.

Fakat edebiyat tarihi anlayışında devlet sınırlarını bir türlü aşamayışı, Faik Reşad’ı konuya dil gerçeğiyle bakmaktan alıkoyar; hatta Ziya Paşa’dan da geriye iter. Meselâ Ziya Paşa’nın Ali Şir Nevâyî‘nin Anadolu’daki etkisini vurgulamak için söylediği beyti bir türlü anlamaz ve “bir kerre ahval-i şuarâ-yı Rum’dan bahs olunduğu sırada Türkistanlı, daha doğrusu Acem olan, binaenaleyh Osmanlılıkla katiyen alâka ve münasebeti olmayan Ali Şir Nevâyî’yi kaale almakta ne ma’nâ vardır, bilinmez.” (s. 27) der. Ziya Paşa’nın Mevlâna ve Sultan Veled’i Osmanlı şiiri için başlangıç saymamasına itiraz eden Namık Kemâl‘in Tahrib-i Harabat’taki tenkitlerine karşı da Farsça yazan Mevlâna’nın ancak birkaç beytini Türkçe olmaktan ziyade Çağatayca söylediğini, Sultan Veled’in ise Osman Gazi saltanatı zamanında yaşasa bile Osmanlı toprağına ayak basmadığını, dolayısıyla dikkate alınamayacağını ileri sürer.

Konya İdadîsi edebiyat öğretmeni Mehmet Hayrettin’in Konya’da 1912’de bastırdığı Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye’de Şahabettin Süleyman’ın tasnifi diğerlerinden daha uygun bulunmakla birlikte bunun da dildeki değişim sürecine uymadığı söyleniyor. Mehmet Hayrettin’e göre Türkçe söyleyişin 1. devresi Yunus Emre‘den Fuzûlî’ye kadardır. Yeni Lisan Hareketi bu edebî mesleğin 2. devresidir. Bunlar arasında ise Türkçeyi bulanıklaştıran üç devre vardır.

1. Fuzûlî ve Bakî‘den sonra başlayıp Nedim‘le biten devir
2. Nedim’le başlayıp Muallim Naci ile biten devir
3. Naci’den sonra başlayıp Fecr-i Âtî‘yi de içine alan devir.

Bu üç devrin dışında Abdülhak Hamit Tarhan ve Tevfik Fikret, Türkçeye katkıları ve ayrı meslekleri olan müstakil şahsiyetlerdir.

Mehmet Hayrettin’in bu görüşlerinde sübjektifliğin payı ne olursa olsun, Yeni Lisan hareketinden henüz bir yıl sonra, onu Türkçenin dört asır öncesine bağlamak, her şeye dil açısından bakmak farklılığının sonucudur. Nitekim yazar bütün edebî şahsiyetleri, dil çizgisiyle değerlendirmiştir.

Türk Edebiyatı tarihçiliğindeki ilk adımlarda şu ortak özellikleri buluyoruz:

1. Alan olarak Osmanlı sahasını ele alırlar.
2. Edebiyat tarihi fikrine en çok yaklaştıkları nokta, “edebî devir” kavramını benimsemiş olmalarıdır. Fakat malzemeyi çoğu zaman indî (sübjektif) bir tasnifle gösterirler.
3. Malzeme şiir ağırlıklı olduğu için yazdıkları da daha ziyade Osmanlı şiir tarihidir.

Aynı yıllarda, Ferhat Ağa-zâde’nin Azerbaycan‘da ders kitabı olarak okutulan Edebiyat Mecmuası (1912) adlı eseri, hem Çağatay, hem Azerî hem de Türkiye Türkçesine yer vermesiyle, Türkçeyi bir bütün olarak görme bilinci bakımından çok daha ileri bir noktadadır.

III. Olgunlaşmaya Doğru

Edebiyat tarihi dersleri açısından orta öğretim programlarında asıl köklü değişiklik 1912’de yapılmıştır. Gustave Lanson’un edebiyat tarihinin medeniyet tarihine ait bir parça olduğu yolundaki görüşü, artık resmen kabul görmüştür. Bunun yansımalarının netleştiği 1913 yılı, kültür hayatımız bakımından çok olumlu sonuçlar doğuran bir zaman dilimidir. Yeni Lisan ve Milli Edebiyat hareketinin Ziya Gökalp‘ın ufuk açıcı çalışmalarıyla olgunlaşacak geniş bir aydın kitlesi tarafından benimsenmesi yanında, her alanda Türklüğü bir bütün olarak görme eğilimi de yaygınlaşmıştır. Bunun edebiyat tarihçiliği alanındaki ilk kıvılcımı, Fuat Köprülü ile Şahabettin Süleyman’ın ortak eseridir. 1913’ün sonlarında Sultanîlerin yenilenen programına göre Köprülü-zâde Mehmet Fuat ile Şahabettin Süleyman’ın birlikte yayımladıkları Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı’nın “Menşelerden Nevşehirli İbrahim Paşa Sadaretine Kadar”ki 1. cildi, edebiyat tarihçiliğimizde gerçek bir sıçrayıştır. Eserin “Mukaddeme” başlıklı ilk 63 sayfası, edebiyat tarihçiliğimizde ilk sağlam yöntem bilgisidir. Burada Taine, Gautier, Grousset, Guyau ve Edebiyat Tarihinde Usûl yazarı Lanson gibi Batılı bilim ve sanat adamlarının eserleri yanında Köprülü’nün Bilgi Mecmuası’nda çıkan “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” makalesi de kaynak gösterilmiştir. “Mukaddeme”nin alt başlıklarına bir göz atmak, bu kanaati destekleyecek yeterli bir delildir. Söz konusu alt başlıklar şöyle:

1. Tarih-i edebiyat: Tarih-i edebiyat, tarih-i medeniyetin bir cüz’üdür.
2. Âsâr-ı edebiyenin zuhuru: Efsaneler, şarkılar, masallar, hamasiyat
3. Asar-ı edebinin asar-ı sanatla münasebeti
4. Tarih-i edebiyat ve destan
5. Bir devr-i edebînin hududu nasıl tayin edilir?
6. Bir devr-i edebînin tahlil-i dâhilî ve haricîsi: Eser-muharrir
7. Bir eser-i edebînin vücuda getirdiği tesiratın tetkiki
8. Muhit-i coğrafî ve içtimaî, şerait-i itikadat, ahlâk; sanayi-i nefise

Beşinci bahiste, Osmanlı sahası Türk edebiyatının iki büyük devreye ayrılacağı söyleniyor.

1. Âşık Paşa’dan Akif Paşa-Şinasi’ye kadarki Şark mayasıyla beslenen ve “Devr-i tasavvuf”, “Saray edebiyatı devri”, “Devr-i Kemâl”, “Devr-i fikrî”, “Devr-i şahsiyet ve inhitât” diye bölünebilen edebiyat.

2. Akif Paşa ile başlayan ve mayasını Garp’tan alan “Devr-i tereddüt ve bî-kararî”, “Devr-i takarrür”, “Devr-i fetret”, “Devr-i rikkat ve tekemmül” diye bölünebilen edebiyat.

Fakat eserde, bu iki devirden öncesi yani başlangıçtan Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarına kadarki dönem de “Türkler” (s. 65-129) başlığıyla o günkü bilgiler ışığında en geniş biçimiyle verilmiştir. Kanaatimizce eserin bu kısmı Köprülü’ye, diğer kısımları Şahabettin Süleyman’a aittir.

Fuat Köprülü‘nün kendi damgasını taşıyan ilk eseri ise, Dârülfünûn Edebiyat şubesinde okuttuğu ders notlarının, öğrencisi Hamit Sadi Selen’in gayretleriyle ve taşbaskı usûlüyle basılan Türk Tarih-i Edebiyatı Dersleri adlı 2 ciltlik kitabıdır. Ayni yıl Bilgi Mecmuası’nda (1. sayı) yayımladığı “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” başlıklı yazısıyla kozasını ören Köprülü, adını andığımız iki ciltlik ders notlarında, bu makalesindeki nazarî bilgileri Türk Edebiyatına uygulamaya çalışmıştır. Fakat onun bu alandaki şaheseri hiç şüphesiz, önce 1920-1921’de yayımlanıp, daha olgunlaşmış hâliyle 1926’da basılan Türk Edebiyatı Tarihi’dir. Bu eserdeki

1. İslâmiyet’ten evvel Türk Edebiyatı
2. İslâm Medeniyeti tesiri altında Türk Edebiyatı
3. Avrupa Medeniyeti tesiri altında Türk Edebiyatı

şeklindeki tasnifle birlikte, kullandığı pek çok terim, artık edebiyat tarihçiliğimizin genel kabulleri arasına girmiştir. Son şeklini alışının üzerinden 76 yıl geçmesine rağmen hâlâ ilmî kıymetini muhafaza eden bu abidevî eser, ne yazık ki ancak başlangıçtan XIV. yüzyılın sonlarına kadarki devirleri içine almaktadır. Bu eserin çok önemli iki hizmeti vardır.

1. Türkçeyi ve Türklüğü bir bütün olarak görüp Anadolu sahasından başka Azerî ve Çağatay lehçelerinin de Türk Edebiyatı içindeki yerini tespit

2. Edebiyat tarihçiliğini “medeniyet tarihinin bir şubesi” nitelemek suretiyle onun zeminine bir yöntem getirmek.

Denilebilir ki daha önceki çalışmalarda bunların izleri vardı. Evet, ama sadece “iz”den ibaretti. Bu eserde artık daha sonrakilere -sınırları ve ölçüleri tartışılabilecek olsa da- sağlam bir yöntem ve uygulama gösterilmiştir.

Nitekim İbrahim Necmi Dilmen’in ilk cildi 1922, ikinci cildi 1925’te basılan Tarih- i Edebiyat Dersleri adlı eseri, yöntem itibarıyla tamamen Köprülü’nün açtığı yolda yürür. İbrahim Necmi de edebiyat tarihini daha genel anlamdaki medeniyet tarihinin arasına şöyle oturtur.

“Siyasî ve askerî vak’aların sebepleri ve suret-i cereyanları vesikaların tenkit ve mukayesesiyle tetkik edilerek tarih-i siyasî vücuda getirildiği gibi, içtimaî hadiselerin suret-i tahaddüsleriyle (ortaya çıkma biçimleriyle) sebepleri de aynı suretle tahlil olunarak tarih-i içtimaî sahasına girilmiş olur. Bir milletin içtimaî tezahürleri arasında en mühim tecellilerinden biri de edebiyattır. Umumî bir telâkki ile ‘edebiyat’ kelimesinden, söz vasıtasıyla tezahür eden her nevi hadisat-ı fikriye ve ruhiye ma’nâsı anlaşılabilir. Hususiyle edebiyat tarihi tetkik olunurken her devrin edebiyatına ve o edebiyatın avamil (sebeplerine) ve evsafına bihakkın intikal edebilmek lüzumu, onları vücuda getiren içtimaî sebepleri araştırmak mecburiyeti tevlit eder (doğurur). Bu nokta-i nazardan edebiyat tarihi bir milletin hayat-ı fikriyesinin tarihi demektir.” (s. 5)

Ayrıca Köprülü’den önceki edebiyat tarihçilerinin Türk edebiyatını hep Osmanlı sahasına hapsetmelerindeki yanlışı, şöyle dile getirir.

“Edebiyat, efkâr ve hissiyatı lisan vasıtasıyla ifade eder; lisan ise bir milliyetin mühim bir alâmetidir. Binaenaleyh edebiyat, her şeyden evvel tamamıyla millî bir hadisedir ve bütün millî tezahürlerle müvazi ve mütevâzin olarak tekâmül eder. Bu cihetiyle edebiyat tarihi, devlet fikri etrafında değil, millet fikri etrafında temerküz ettirilmek lâzım gelir.” (s. 7)

Bütün bu söylediklerimiz, Köprülü tesirini ortaya koysa da eserin kıymetini azaltmak şöyle dursun artırır. Ayrıca, Köprülü’nün ancak XIV. yüzyılda bırakmasına karşılık, Dilmen; edebiyatımızı, I. Meşrutiyet yıllarının en önemli topluluğu olan Edebiyat-ı Cedide’ye kadar resmetmiştir.

Ali Ekrem Bolayır‘ın 1923-24 ders yılı Dârülfünûn öğrencileri için hazırladığı yeniliği Şeyh Galip‘ten başlatan Türk Edebiyat Tarihi’nin ders notundan öte bir kıymeti olmadığını belirtelim.

Basım tarihi sıralamasını dikkate aldığımızda, sıra en çok tartışılan edebiyat tarihimizdedir. İsmail Habip Sevük’ün 1925’te basılan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, öncelikle üslûbu bakımından dikkat çekmiştir. İlmin “ciddiyet”ini “yübûset” (soğukluk) ile ikiz görmeyen yazar, asık suratlı olmadan da ciddî olunabileceği kanaatindedir. Başta bu tarafıyla eleştirilen eser hakkında yazılanlar Neler Dediler? (İsmail Habip Sevük, 1928) adlı bir kitapta toplanmıştır.

Yazar, yenileşme sürecindeki edebiyatı ele aldığı için “Medhâl” başlıklı kısımda, Tanzimat’a kadarki edebiyatın sadece genel görünümünü vermiştir (s. 7-79). Daha sonra “Tanzimat Edebiyatı” (s. 81-424), “Servet-i Fünûn Edebiyatı” (s. 425-594) ve “Millî Edebiyat Cereyanı” (s. 595-690) başlıklı üç ana bölüm görüyoruz. Bu kitabın önceki Türk Edebiyatı tarihlerinden en önemli farkı, Türk Edebiyatının, yenileşme devrinde model alınan Fransız Edebiyatı ile eşzamanlı biçimde verilmesidir.

İsmail Habib’in Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’ndeki eser ve sanatkârlarla ilgili değerlendirmeleri, Köprülü’nün “tenkit” sayarak “edebiyat tarihi”nin sınırları dışında gördüğü cinstendir.

Bu eser, bazı farklılıklarla daha sonra Edebî Yeniliğimiz (C. I, 1931; C. II, 1932) ve Yeni Edebî Yeniliğimiz C. II (1940) adlarıyla basılmıştır.

İsmail Habip Sevük’ün edebiyat tarihçiliğimiz üzerinde duranların yeterince dikkate almadıklarına inandığımız asıl eseri Avrupa Edebiyatı ve Biz (I. C. 1940, II. C. 1941) adlı eseridir. Bu kitap; sadece Türkçedeki Batıdan tercüme faaliyetini gözler önüne seren tarafıyla değil, XVII. yüzyıldan itibaren bütün Batı edebiyatları ile Türk edebiyatını eş zamanlı vererek okuyucuya bir mukayese imkânı sağlamasıyla, hatta bilim tarihi konulu bilgileriyle, şahıslar yerine ancak kurulların yapabileceği çapta bir hizmettir. Yayımlanışı üzerinden 60 yıldan fazla bir zaman geçtiği hâlde sahasının hâlâ tek abidesi gibi duran bu eserin belki, tek eksiği, Batı edebiyatının Türk edebiyatına neleriyle ve nasıl model olduğunu yeteri kadar göstermemesidir. Benzeri çalışmalara, hiç olmazsa konuyu İsmail Habip’in bıraktığı noktadan 2000’e kadar getirecek çalışmalara şiddetle ihtiyaç duyulduğunu belirterek, Köprülü ekolünün “tenkit” sınırları içinde sayacağı bir başka esere geçelim.

İsmail Hikmet Ertaylan, 1925-1926’da Bakü’de bastırdığı Türk Edebiyatı Tarihi -Osmanlı Kısmı adlı 4 ciltlik eserine XIX. yüzyıldan başlıyor. “Bir İki Söz” başlıklı kısımdan anlaşılıyor ki yazar İslâm Medeniyeti dairesindeki yılların birikimini toptan reddedecek kadar ön yargılıdır. Bu durumu, kitabın Sovyet rejiminde yayımlanabilmesi için düşünülmüş bir çıkış yolu olarak kabul edebiliriz. Batı tesirinin henüz tam hissedilmediği 1800 başlarından Tanzimat’a kadarki yılların “Giriş” kısmını teşkil ettiği bu eser, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelir. Ertaylan, daha önceki edebiyat tarihlerinde artık genel kabul görmüş usûlün dışına çıkarak, alt devreler, edebî topluluklar ve cereyanların hususiyetlerini ön planda tutan izahlar yerine, edebiyat tarihini doğrudan şahıslar etrafında toplamıştır. Kitapta ediplerin hayatı, dili, üslûbu ve sanatı anlatılmış, örnek metinler sunulmuştur. İsmail Hikmet’in üslûbu, İsmail Habip’in üslûbuna çok yakındır.

Yazar Türk Edebiyatının diğer önemli iki lehçesiyle eserini bütünleştirmek maksadıyla, aynı yöntemi uyguladığı Azerbaycan Edebiyatı Tarihi 2 C. (Bakü 1926) ve Çağatay Edebiyatı (Ankara 1937) adlı kitaplarını kaleme aldı.

1929-1938 arasında üç ciltlik ciddî bir edebiyat tarihi yazan Agâh Sırrı Levent hakkında söyleyeceklerimizi, şaheserini verdiği tarihe sıra gelince ifadeye çalışacağız.

Köprülü etkisinin açık biçimde görüldüğü diğer bir eser de “Başlangıçtan Tanzimata Kadar”ki 1. cildini Hıfzı Tevfik Gönensay ile Nihat Sami Banarlı‘nın birlikte kaleme aldıkları; “Tanzimat’tan Zamanımıza Kadar” ön adlı 2. cildini ise tek başına Gönensay’ın hazırladığı Türk Edebiyatı Tarihi(1941, 1944)’dir. 1. cildin başında, “milletlerin edebiyat sahasında yetiştirdikleri büyük şahsiyetleri ve onların meydana getirdikleri edebî eser ve hareketleri tanıtmak için yazılan tarihe edebiyat tarihi denir. Edebiyat tarihi, bir milletin geçmiş zamanlardaki tabiat ve cemiyet olayları karşısında neler duymuş ve neler düşünmüş olduğunu göstermeye çalışır.” şeklinde bir tanımlamaya gidildikten sonra, “edebiyat tarihinde usûl, sanatkârı ve sanat eserlerini, vücuda geldikleri muhit ve zamanın şartları arasında tetkik ederek, onların hakikî derecelerini göstermek yoludur.” (s. 5) deniyor. Bu ifadelerin, bazı kelime değişiklikleriyle Köprülü’ye kadar gittiğini izaha lüzum yoktur. Ayrıca Köprülü’nün “zamanımıza yaklaşıldıkça, (…) hükümlerimiz afakî (objektif) olmaktan ziyade enfüsî (subjektif) mahiyette yani ‘tarihî’ olmaktan ziyade ‘tenkidî’ bir şekilde olur” (s. 3) yargısı, Gönensay ve Banarlı’nın ortak eserinde şöyle yeni bir kılığa bürünmüştür:

“Edebiyat tarihinin doğru olarak ortaya koyulması için o edebî ve içtimaî hadiseler üzerinden epey zaman geçmiş olması lâzımdır.

Çünkü edebiyat tarihi zamanımızdan uzaklaştıkça daha doğru ve vesikalara dayanan bî-taraf hükümler verir. Yeniye yaklaştıkça bu hükümlere şahsî duygular karışabilir. Bu sebeple günün edebiyatı üzerinde tetkikler yapmak işi tarihten ziyade tenkit adını alır”(s. 5).

Ayrıca, bu ortak eserde, Türk Edebiyatının tasnifi yapılırken Köprülü’nün medeniyet değişmelerini esas alan sınıflandırması tekrarlanıp “1908 Meşrutiyeti’nden sonra şuurlu bir cereyan hâlini alan” tanımlamasıyla, 4. devir olarak “Millîleşme Devri Türk Edebiyatı” varsayılır. Bu terim, daha önce Agâh Sırrı Levend’in Edebiyat Tarihi Desleri -Tanzimat Edebiyatı (1934)’nda da yer almıştır.

Bu eserin Türk Edebiyatının üç ayrı lehçe ve zümre anlayışı çerçevesinde şekillenmesi de Köprülü’ye bağlanması gereken taraflardandır.

Köprülü ekolünün diğer önemli bir eseri de öğrencisi Nihat Sami Banarlı (1907-1974)’nın 1948’de ve ilâvelerle 1971-1979 arasında yayımlanan Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’dir. 2. basımın “Önsöz”ünde Köprülü’ye bağlılığını vurgulayan yazar, yöntem bahsinde üç esası takip ettiğini söyler:

1. Genetik yani herhangi bir edebî hadiseyi, zamanımızdaki görünüşüyle değil, başlangıçtan zamanımıza kadarki oluşuyla incelemek.

2. Mukayese yani herhangi bir edebî hadiseyi yalnız bir tek edebiyattaki macerası ile değil, bu hadisenin görüldüğü diğer edebiyatlardaki benzerleriyle karşılaştırarak mütalâa etmek.

3. Edebî hadiselerin meydana geldiği devirlerdeki sosyal ve psikolojik hayatın tetkik ve edebiyat alanına tesirini ortaya koymak.

Üçüncü sıradaki maddeyi, Hippolyte Taine, Gustave Lanson, Köprülü çizgisinin “zaman/devir” terimiyle ifade ettiğini belirtelim.

Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nin kolay okunabilirliği sağlamak için yer yer sohbet üslûbuyla kaleme alındığını yazarın kendisi de kabul ediyor (s. II).

Banarlı, XX. yüzyıla kadarki Türk Edebiyatını, Türkiye dışındaki lehçelerle birlikte resmederken; XX. yüzyılda sadece Türkiye’deki edebî hareketliliği işler. Yazar ayrıca bir de “fiş metodu”ndan bahsediyor ki biz bunu edebiyat tarihi için bir yöntem değil, çalışma tarzıyla ilgili kabul ediyoruz.

Cumhuriyet yıllarında yazılan önemli edebiyat tarihlerimizden biri de Vasfi Mahir Kocatürk (1907-1961) imzasını taşır. Kocatürk, kaleme aldığı Yeni Türk Edebiyatı adlı acemilik dönemi eserini Tekke Şiiri Antolojisi (1955), Saz Şiiri Antolojisi (1963), Türk Edebiyatı Antolojisi(1961), Hikâye Defteri, Şiir Defterim gibi hazırlayıcı kitaplarından sonra çokça olgunlaştırarak “Başlangıcından Bugüne Kadar Türk Edebiyatının Tarihi, Tahlili ve Tenkidi”, açıklamasıyla Türk Edebiyatı Tarihi’ni kaleme aldı. Fakat ne yazık ki kader ona en olgun eserini son şekline kavuşturma fırsatı vermemiştir. Vefatından 2 yıl sonra oğlu Dr. Utkan Kocatürk tarafından birleştirilen dosyalarla oluşturulup 1964’te basılan Türk Edebiyatı Tarihi; daha önceki benzer eserlerde kabullenilmiş olan ” Müslümanlıktan Önce Türk Edebiyatı”, “Müslüman Türk Edebiyatı” ve “Modern Türk Edebiyatı” olarak üç devir tasnifini kullanır. Fakat yazar bu tasnifi kabul etmekle birlikte kitabına “Türkiye Edebiyatı manasında Türk Edebiyatını esas alarak”, “bunun kaynağı ile intikal ve takarrür safhalarını göstermek üzere, tarihî ve coğrafî realiteye dayanarak I. Orta Asya’da Türk Edebiyatı, II. Orta Asya ile Anadolu Arasında Türk Edebiyatı, III. Anadolu’da Türk Edebiyatı tertibine uymuş”tur (s. 3-4). Yazar bu bölümlerden ilk ikisine, üçüncüsünü aydınlatacak kadar yer verdiğini söylemektedir. (s. 4). Bu eserin tasnif sisteminde “Modern Türk Edebiyatı” terimine yüklenen anlamın, diğer edebiyat tarihlerindekinden farklı olarak “Cumhuriyet’ten sonra” yı ifade ettiğini belirtelim. Diğer edebiyat tarihleri (meselâ Kenan Akyüz Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri) bu terimi, Batıya yönelen edebiyatımız için kullanırlar.

Kocatürk’ün kitabının özellikle saz şiiri, manzum dinî destanlar gibi halk edebiyatı konularında zengin malzeme ve bilgilerle donandığını söyleyebiliriz.

Kocatürk’ün eseri, edebiyat tarihini biyografi değil, edebî eser ve tahlile ayrılmış tür olarak ele almak bakımından da önemlidir.

Bir edebiyat tarihi değil, Türk edebiyatının tarih içindeki görünüşünü yazdığına inanan Faruk K. Timurtaş’ın, Tarih İçinde Türk Edebiyatı (1981) adlı kitabını, kendi ifadesiyle tanıyalım:

“Tarih İçinde Türk Edebiyatı” yeni ve değişik bir metotla yazılmıştır. Türk Edebiyatının tarihî gelişmesi, alışıla gelen kronolojik sıralamadan ayrı olarak edebî türlere ve ‘tema’lara göre işlenmiş ve açıklanmıştır. Belli başlı devirler, şahıslar ve eserler ana çizgileriyle derli toplu verilmiş; eski edebiyatımızın kadrosu ve çerçevesi çizilmiştir. Çok geniş tutulan giriş bölümünde tarihî Türk edebiyatının dayandığı dil ve edebiyat temelleri, gerekli sınıflandırma ve açıklamalarla etraflı şekilde belirtilmiştir” (s. vı).

Edebiyat tarihçiliğimizde önemli yeri olan bilim adamlarımızdan biri de Mustafa Nihat Özön’dür. Özön, 1930’da basılan Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı adlı eserini esas alarak 1941’de Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yayımladı. Bu eserin “Başlangıç” (s 1-3) kısmında yine Köprülü’nün medeniyet tarihini esas alan üçlü tasnifi yapıldıktan sonra “Garp medeniyeti altında Türk tarihi” safhası için ilk yenilik gayretleri gösterilmeye başlanmıştır. Daha sonra on kısma ayrılan eser yöntem olarak, edebiyat ve yakın alandaki türlerin gelişimini ele almıştır. Söz konusu türler şöyle sıralanmıştır: Nazım (s. 17-126), tiyatro (s. 127-195), roman (s. 196-295), tarih (s. 296-322), coğrafya ve seyahat (s. 323-345), edebiyat tarihi ve tenkit (s. 346-369) mektup ve hatırat (s. 370-389), felsefe (s. 390-399), hitabet ve gazetecilik (s. 440-441) ve dil meselesi (s. 442-453).

Eserde, çokça zenginleştirilen dipnotlara, genel bakış açısıyla hareket etmek mecburiyetinde olan edebiyat tarihinin tek tek üzerinde duramadığı eser ve yazarları kaydetme rolü yüklenmiştir. Bu hâliyle bilgi sağlamlığını ve zenginliğini ön plana alan bir eserle karşı karşıyayız.

Atsız, Türk Edebiyatı Tarihi (1941)’nde, bu bilim dalını “tarihin bir kolu” olarak vasıflandırarak Köprülü ekolüne dayandığını ortaya koyduktan sonra, Türk tarihini şu üç kısma ayırıyor ve edebiyat tarihimizi de aynı paralelde işlemeye başlayıp ancak Selçuklular (Atsızın ifadesiyle Selçükîler) devrinin ortalarına kadar geliyor:

1. Uzak doğu medeniyeti çerçevesinde (İslâmiyetten önceki) Türk tarihi;

2. Yakın doğu medeniyeti çerçevesinde (İslâmiyetten sonraki) Türk tarihi;

3. Batı medeniyeti çerçevesinde Türk tarihi (s.11-12).

Türk Edebiyatı tarihçiliğinde kurucu sayılan Köprülü’den sonraki zirve ömrünü bu alana adamış olan Agâh Sırrı Levent’tir. Onun üç ciltlik Edebiyat Tarihi Dersleri adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur. Bunlar; C. I, Tanzimat’a kadar (1932); C. II, Tanzimat Edebiyatı (1934) ve C. III, Servet-i Fünûn Edebiyatı (1937) biçiminde bölümlenmiştir.

Köprülü’nün üç ana devir tasnifini tekrarlayan Levent, Tanzimat sonrası edebiyatımızı şöyle bölümlüyor:

1. Garp medeniyetinin tesiri altında yeniliğin başlaması
a) Hazırlık safhası
b) İnkişaf safhası

2. Garp edebiyatında görülen yeni zevklerin tesiri altında fikrin ve zevkin tekâmülü
a) Servet-i Fünûn edebiyatı
b) Fecr-i Âtî edebiyatı

3. Hayatî zaruretlerin tesiri altında milliyet cereyanının başlaması
a) Türkçülük ve millî edebiyat cereyanının başlaması
b) Son nesil

Bu tasnifte, Türk edebiyatının gelişimi Fransız edebiyatının gelişmesiyle eş zamanlı olarak verilerek, İsmail Habip’in Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ‘nde olduğu gibi etkilenme biçimiyle ilgili mukayese imkânı hazırlandığı görülmektedir. Yukarıda sıralanan her alt başlıkta kendi içinde, tıpkı Mustafa Nihat Özön‘ün tasnifiyle, türlerin gelişimi takip edilmektedir. Agâh Sırrı’nın kitaplaşan 27 eseri, onun en kapsamlı çalışması olan Türk Edebiyatı Tarihi’nin hazırlıklarıdır. Yani o da Köprülü gibi ömrü boyunca bütün yazdıklarıyla bu şaheseri için kozasını örmüştür. Sadece “Giriş” cildi 690 sayfa tutan bu abidevî eserin dördü antoloji toplam on cilt üzerine planlanan diğer kısımları maalesef basılamamıştır. Çünkü onu tamamlamak için ancak Levend’in dirilmesi lâzımdır.

Kendi ifadesiyle “Giriş”te, edebiyat tarihimizin başlıca sorunları, edebiyat tarihçisi gözüyle edebî eserlerimiz (tesirleri bağlamında) Arap ve Fars edebiyatları, edebiyat tarihimizin kaynakları üzerinde durulmuştur. Yani bu cilt özellikle İslâm medeniyeti ile ilgili oldukça geniş bir hazırlık, âdeta bir bilgi bankasıdır. Rahatlıkla iddia edilebilir ki klasik edebiyatımız hakkında yapılacak herhangi bir çalışmada bu esere müracaat etmemek, klasiğe mahkûm olmak demektir.

Tanzimat sonrası edebî metinlerine bakışımızı netleştirmek ve onlara ilgili en münasip tahlilleri yapıp hükümler verebilmek için de özellikle “Edebiyat Tarihimizin Başlıca Sorunları” (s. 3-94) başlıklı kısmı, hakkıyla hazmetmek lâzımdır.

Ahmet Kabaklı‘nın Türk Edebiyatı adlı, ilk cildinin basıldığı 1965’ten 1994’e kadar genişleyerek 5 cilde ulaşan eseri, bir yandan türler, akımlar, fikir planı gibi meseleleriyle birlikte edebiyat tarihi ihtiyacını karşılamak, diğer yandan bolca metinlerle desteklenerek antoloji ihtiyacına cevap vermek üzere hazırlanmıştır.

Necla Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatı (1976) adlı iki ciltlik eserinde İslâm medeniyeti çerçevesinde meydana gelmiş bulunan edebiyatın genel çizgilerini ve tasavvufun bu edebiyattaki rolü anlatıldıktan sonra Türk edebiyatı devrelerinin özellikleri sıralanır. “İslâmî Türk Edebiyatının Hususiyetleri” bölümünde dil, şekil, muhteva ve türlerin gelişimi hakkında bilgiler sunulur. 2. ciltte ise XIV. Yüzyıldan XIX. yüzyıla kadarki edebiyatımızın hem Türkiye hem de Azerbaycan ve Çağatay sahalarındaki şahsiyetleri ve eserleri gözden geçirilir.

Türk Ansiklopedisi’nin 32. cildinde yer alan “Türk Edebiyatı” maddesi de “eski” ve “yeni” sıfatlarıyla iki bölüm hâlindedir. Fuat Köprülü’nün tasnifine uygun biçimde, Hasibe Mazıoğlu tarafından kaleme alınan “Eski Türk Edebiyatı” kısmında her asırda farklı Türk lehçelerinin edebiyatı birlikte verilmiş, çok cüz`î kalan halk edebiyatı için XVII. yüzyılın sonunda aynı ansiklopedinin “Halk Edebiyatı” maddesine gönderme yapılmıştır. “Yeni Türk Edebiyatı” kısmı ise Kenan Akyüz’ün önce, Philologiae Turcicae Fundamenta-II (1965) içinde Fransızca olarak yer alan, sonra aynı yıl Türkoloji dergisinde (2. sayı) yayımlanıp 1969’da kitaplaşan “Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri” adlı esere Cumhuriyet Döneminin eklenmiş, biyografilerden hemen hemen vazgeçilerek kısaltılmış hâlidir. Akyüz, Yeni Türk Edebiyatı’nı 1. Tanzimat Devri, 2. Servet-i Fünûn Devri, 3. Serveti Fünûn Dışındaki Edebiyat 4. Fecr-i Âtî Devri, 5. Milli Edebiyat Devri 6. Cumhuriyet Devri biçiminde tasnif ederek, her devirde türlerin gelişimini anlatmıştır. Bir taraftan siyasî hadiselere, öte taraftan edebî anlayış ve gruplaşmalara göre yapılan bu tasnif tarzı başka eserlere ve ders kitaplarına da sirayet ederek günümüze kadar gelmiştir.

Ayrıca Türk Ansiklopedisi’nin bu maddesindeki iki ayrı tasnif tarzının birbiriyle de uyuşmadığına işaret edelim.

1950’li yıllardan itibaren Türklük Bilimi araştırmalarının merkezi artık Batı değil Türkiye’dir. Bugün geldiğimiz noktada Batı’da yazılmış Türk edebiyat tarihi çalışmalarına malzemeden çok yöntem bakımından ihtiyacımız vardır.

Türk edebiyatının çeşitli meseleleri, konuları, türleri üzerine yapılan çalışmaların, özellikle şahıs monografileri ve metin neşirlerinin hızla artması karşısında XX. yüzyılın sonlarına doğru artık bu alanı toptan kucaklayacak eserlerin kendi bilim dallarında uzmanlaşmış akademisyenlerden oluşan kurullar tarafından yazılması görüş ve usûlü yaygınlaşmıştır. Nitekim kimsenin görmezden gelemeyeceği son üç Türk edebiyat tarihi, bu yöntemle oluşturulmuştur.

İlk baskısı 1976’da yapılan Türk Dünyası El Kitabı’nın 2. bölümünde Türkçenin ve Türk edebiyatının tarihî gelişimi yer almıştı (s. 114-549). Bu kısım 1992’de müstakil biçimde 3. cilt olarak ve yeni kalemler ve yeni bir kompozisyonla yayımlandı. 27 bilim adamının dört bölüm hâlindeki bu eseri, üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerine yönelik bir yardımcı ders kitabı görünümündedir. İlk bölüm, “Destanlardan X. yüzyıla kadarki edebiyat”ı (s. 1-223), 2. bölüm “Türkiye’deki Halk Edebiyatı”nı (s. 226-375), “Yeni Türk Edebiyatı” başlıklı 3. bölüm XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk yarısına kadarki Türkiye Türklüğünün edebiyatını vermektedir (s. 379-547). Son bölüm ise 11 ayrı coğrafî sahadaki “Türkiye Dışı Türk Edebiyatı”na ayrılmıştır (s. 549-778).

1985’ten beri 14 cildi yayımlanan Büyük Türk Klasikleri de ortak çalışma yoluyla oluşturulmuş edebiyat tarihlerimizdendir. Bu eserde Türk edebiyatının üç ayrı lehçede aldığı manzara, yüzyıllara göre işlenmiş, her yüzyılın edebiyatına geçilmeden önce Türk dünyasının sosyal ve siyasî hayatı gösterilmiştir. Her bölüm ve alt bölüm sonunda kaynakların sıralandığı bu eser, aynı zamanda, seçilen örnek metinlerle antoloji ihtiyacını da karşılamaktadır. Söz konusu metinlerden çoğu, günümüz Türkiye Türkçesine de aktarılarak okuyucuya kolaylık sağlanmıştır.

Edebiyat tarihçiliği alanında bu tip ortak çalışmaların hiç şüphesiz en önemlisi Türk Dünyası Ortak Edebiyatı’dır. Prof. Dr. Sadık Tural başkanlığında Türk Dünyasının her bölgesinde temsilcilerle organize edilen bu çalışmada, daha önceki edebiyat tarihlerinin tenkide uğrayan yönlerini ve noksanlarını ortadan kaldırmak, hiç olmazsa en aza indirmek maksadıyla planlamada;

a- Bütün Türk Dünyasının edebiyatını resmetmek

b-Biyografileri ve metinleri ana edebiyat tarihinden ayırmak esasları kabul edilmiştir. Buna göre Türk Dünyası Ortak Edebiyatı şu üç mihver etrafında şekillenecektir:

1- Türk Dünyası Edebiyatı Tarihi
2- Türk dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi
3- Türk Dünyası Edebiyatı Metinleri Antolojisi
4- Türk Dünyası Edebiyat Terimleri Ansiklopedisi

Malî tarafı TC Başbakanlık DPT Müsteşarlığınca karşılanan bu proje, denilebilir ki, niyet ve başlangıç çalışmaları bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllarda kültürel alandaki iki geniş ufku ve yüz akından biridir. Bunlardan ilki her yıl Türkiye dışındaki Türklerden bin öğrenciyi Türkiye’de okutmaktı, maalesef başlandığı gibi yürütülemedi. Diğeri işte bu “Ortak Edebiyat” projesidir. Henüz birer cildi yayımlanan bu dev çalışmanın niyet ve maksada uygun biçimde sonuçlanması, kendini Türk hisseden herkesin samimî dileğidir.

Bolşevik İhtilâli sonrasında, özellikle Sovyetler Birliği dâhilindeki Türklükle Türkiye Türklüğünün kültür bağı epeyce zayıflamış ve Cumhuriyet Döneminde yazılan edebiyat tarihlerimizde sınırlarımız dışındaki Türklerin edebî faaliyetleri artık yer almaz olmuştur. Hâlbuki artık Osmanlılık siyasetinden millî devlet siyasetine geçilmişti. Ne var ki herkesçe bilinen siyasî şartlar, Türkiye’deki bilim adamlarını sınır dışıyla ilgilenmekten alıkoymuştur. Aynı durum, Türkiye dışı Türklük için, daha katı kurallarla geçerlidir. Sovyetleştirme planı, Türk Lehçelerini ayrı dil istikametine sürüklemiştir. İşin ilginç tarafı, söz konusu bölgelerin aydınlarında, “ortak kültür mirası” anlayışı yerine; değerlere, şahsiyetlere sadece bir bölge adına ve başkasına asla bırakmaksızın sahiplenme duygusu görülmeye başlamıştır. Meselâ, gerek edebiyat tarihçiliğimizi ve gerekse daha geniş anlamda kültürel dallanışımızı göstermek yolunda büyük bir hizmet olan Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi (1993-2000) adlı çalışma, muhtelif Türk bölgelerindeki bilim adamlarına yazdırıldığı için, burada, Nesimî; 2. ciltte (s. 58) “Azerî” şairiyken, 6. ciltte (s. 299) Irak Türklerinin, 10. ciltte (s. 281) “Türkmence”nin şairidir. Muhakkak ki Türkiye’de yazılmış herhangi bir edebiyat tarihinde de Nesimî müstesna bir yer tutar. Bunların hepsi doğrudur. Yanlış olan, Türklük çınarının gövdesini fark edememektir. İşte bu noktada, bildiğimiz kadarıyla diğer Türk bölgeleri için de yayımlanacak olan Ortak Türk Edebiyatı projesinin önemi daha da artmaktadır. Söz konusu proje ile köksüzlüğün öksüzlük olduğunu bilen yarınki Türk soylu aydınlar; her türlü sosyal, siyasî ve edebî meselede; ortak geçmişte aynı gövdede birleştikleri bilinciyle hareket edeceklerdir.

Gustave Lanson’dan Köprülü’ye ondan da diğer edebiyat tarihçilerimize ve siyasî tarih yazarlarımıza geçen bir usûlün “siyasî tarih” bahsindeki verimlerine de bir iki cümle ile temas etmek gerekir.

XIII-XVIII. yüzyıl ciltlerini İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve XIX. yüzyıl kısmını Enver Ziya Karal’ın yazdığı Osmanlı Tarihi (1947-1962) adlı kitaptan oluşan ortak eserde her asrın edebî alandaki yürüyüşü gösterilmiştir. Aynı şeye Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi (1977-1979)’nde de tesadüf ediyoruz.

Fakat meseleleri çok çeşitli olan konularda iddialı isimler taşıyan eserlerin artık tek kişi tarafından yazılamayacağı genel kabul görünce, hacimli ve çok yazarlı toplu çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bunlardan iki tanesi Hasan Celâl Güzel’in önderliğinde ortaya çıkan Osmanlı (1999) ve Türkler (2002) adlı geniş proje eserleridir. Hizmetin büyüklüğünü asla görmezden gelmemekle birlikte, edebiyat tarihimizle ilgili kısımlarda konu ve yöntem bakımından birlik sağlanamadığını belirtmek zorundayız.

Bir türün değil, aynı medeniyet dairesinde geçen zamanların değil, daha alt birim olarak bir siyasî devrin verimlerini edebiyat tarihçisi gözüyle inceleyen eserlerden de bahsetmek lâzımdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1949, düzeltme ve eklerle 1956) değindiğimiz bütün edebiyat tarihlerinden farklıdır. Tek bir yönteme teslim olmaksızın bir nazariyenin ispatına gayret etmeksizin, konu ve malzemenin gerektirdiği her istikamete yönelir. Köprülü’nün tarihî, siyasî ve sosyal şartlarla çokça meşgul olarak, objektif kalma endişesiyle esere dışardan bakma yerine Tanpınar; şahsiyet ve eseri vücuda geldiği devre yerleştirdikten sonra, eserin muhteva, yapı, dil ve üslûbuna eğilmiştir.

Ahmet OktayCumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1993)’nda 1923-1950 arasındaki edebiyatın arka planını, edebiyat ortamı ve arayışlarının bir manzarasını sol bakış açısıyla tablolaştırdıktan sonra dönemin ediplerini alfabetik sırayla gözden geçirir.

Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı (1976)’nı II. Meşrutiyet’ten başlatarak Cumhuriyetin ilk 50 yılına kadar getirirken -kendi ifadesiyle- dönemlerine damga vuran sanatçıları sanatlarının yapısal özelliklerini göz ardı etmeksizin, eserlerinin dayandığı felsefeyi çözümlemek istemiştir.

İnci Enginün, Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı (2001)’nda, türlere göre bir tasnif ile 1920’lerden günümüze kadarki edebî verimleri işlemektedir.

Bütün bunların yanında, edebiyat tarihçiliği vadisinde yürüyen daha nice kültür adamı vardır ki bunları isim ve eserleriyle anarak emeklerine saygımızı belirtelim.

Tahir Olgun: Türk Edebiyatına Dair Manzum Bir Muhtıra (1931)
Celâl Tahsin (Boran): Edebiyat Tarihi Dersleri (1933)
Hasan Ali Yücel: Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış (1933)
Orhan Rıza (Aktunç): Türk Edebiyatı Tarihi-Kaynaklardan Bugüne Kadar (1934)

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu