Tasavvuf Nedir? Tasavvuf Felsefesi Nedir? Özellikleri

Tasavvuf Nedir? Tasavvuf Felsefesi Nedir? Özellikleri

Tasavvuf Felsefesi

Tasavvuf, Tanrı’nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır. Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır.

Tasavvuf, toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi olarak da bilinir.

‘Bu kurama “Vahdet-i Vücut” (tek varlık) adı da verilir.

Vahdet, birlik, teklik demektir. “Vahdet-i Vücut”, tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir.

Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet’ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.

Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımıdır. Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı’dır. Buna “Vücud-ı mutlak” (mutlak varlık) da denir. İslâm tasavvufu, “Tanrı’dan başka varlık yoktur” kuralını temel alır. Bu aynı zamanda “hüsn-i mutlak”tır (mutlak güzellik). Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu kurama göre bütün yaratılmışlar Tanrı’nın varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir “Vücut” vardır. O da Tanrı’dır. Bizim gördüklerimiz de Tanrı varlığının çeşitli görünüşleridir. Mutasavvıflar her şeyin Tanrı’nın bir tecellisi (görünmesi) bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını ayna örneğidir. Bu benzetmeye göre Tanrı, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından bakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak (mutlak varlık) kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi ademe (hiçlik ve yokluk), yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir (görünmüştür). Bu felsefeye göre, âlemde görülen her şey, varlığın yokluk aynasındaki hayâlinden başka bir şey değildir. Bunun sonucu olarak insan da Tanrı’nın bir hayâlidir. Varlıklar içinde Tanrı’ya en yakın hayâl insandır.

Bu anlayışa göre evren, Tanrı’nın bir görünüşüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Tanrı’nın varlığından dolayı tecellî eden (var görünen) bir oluşumdur. Tanrı’nın “ol” ( kün ) emriyle oluşmuştur. Onun için görünme öncesi “söz” (kelâm) vardır. “Ol” emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı’ya göre vardı. Bunlar, Tanrı’nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler.

Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı’ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı’nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Onun için Tanrı’ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur. Bu, özellikle sanat ve edebiyatta çok etkili olmuştur.

Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı’nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı’nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. 0 zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı’nın özelliğine varmak, Tanrı’nın varlığına katılmaktır.

Tasavvuf inancında mecazî ve gerçek olmak üzere iki tur aşk vardır. Biri geçici olana yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Tanrı’ya duyulan aşktır. İnsan, Tanrı aşkını mecazî aşkında dener ve geliştirir. Çünkü insan, Tanrı’ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı’nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı’dan gelen insan yine Tanrı’ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.

Bilgi, insanın gönlünde Tanrı’nın bir “nûr” (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı’ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı’ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı’ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr’a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı’ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu “geçiş” evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr’a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.

Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenerek yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa “fenafillâh” katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı’yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı’yı bulan insan “Enel-Hak” (Ben Tanrı’yım) der. Bu aşamaya varan insanlara tasavvuf düşüncesinde insan-ı kâmil ( olgun insan ), halk arasında “ermiş” denir. Kendini Tanrı’nın varlığına karışmış duyan “ermiş” insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey “bir” dir. Bu kata ulaşmak ancak öldükten sonra olabilir. Ne var ki, gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı’yı görebilecek duruma gelenler, bu aşamaya yaşarken de yükselebilirler.

Tasavvuf felsefesi inancı içinde, büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur “Enel-Hak” (Ben Tanrı’yım) dediği için Bağdat’ta (922) asılmıştır.

Büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur’un söylediği “Enel-Hak” (Ben Tanrı’yım) sözü, tasavvuf felsefesine göre, evrende Tanrı’dan başka gerçek varlık yoktur anlamındadır. Bu söz “Ben Tanrı’yım” demek değildir. Hallâc-ı Mansur, kendi geçici varlığının, Tanrı varlığında yok olduğunu duyduğu, yani “fenafillâh” katına ulaştığına inandığı için böyle söylemiştir. Bunun gibi, Azeri şairi Seyyid Nesimî de (XIV.-yy.) Halep’te diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Tasavvuf felsefesi, İslâm ülkelerinde, bilim, edebiyat, müzik ve dans üzerinde çok etkili olmuş, büyük ve önemli gelişmeler sağlamıştır.

İslâm tasavvuf düşüncesi VII. yüzyıl sonlarında ve VIII. yüzyıl başlarında bazı İslâm düşünürleri tarafından yayılmıştır. IX. yüzyıl sonlarında Hallâc-ı Mansur, insanla Tanrı ayrılığını ortadan kaldıran, insanla Tanrı’yı bir özde gören düşüncelerini geliştirerek tasavvufun temel ilkelerini, ana görünüşünü açıklamıştır.

Bu düşünce X. yüzyılda daha açık bir anlam kazanarak, yeni bir yorumla, daha ileri götürülmüştür. İmam Gazali, felsefeye ve dine bağlanan, aklı bir yana iterek inancı temel ilke alan bir görüşle tasavvuf düşüncesine yardımcı olmuştur. Gerçeğin kaynağını inançta bulan Gazali’nin görüşü felsefeden çok tasavvufa katkıda bulunmuştur.

XII. yüzyılda Senaî, Attar, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Hallâc-ı Mansur ve Cüneydi Bağdâdî’nin izinden yürüyerek, eski inançlarla da beslenerek, Tanrı ile insan ayrımını kaldırdılar, ancak Tanrı insanla, insan Tanrı ile vardır, ikisi de birbirinin varlığını gerekli kılar-lar, görüşünü ileri sürdüler.

XIII. yüzyılda Muhiddin Arabi, Baba Eftal, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi tasavvufa çok açık bir yorum kazandırarak, eski akımı yeni düşünce ve görüşlerle geliştirdiler.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, tasavvuf görüşüyle tarikat anlayışını birleştirdi. Düşünceyi eylemle bütünleştirerek Mevlevilik Tarikatı’nın temellerini attı.

XII. yüzyıl ortalarına kadar süren ve yavaş gelişen tekkeler, onlara bağlı kuruluşlar, bu yüzyılın ortalarından sonra hızla gelişmeye başladılar. Anadolu’da Hacı Bektaşi Veli, Bektaşi Tarikatı’nın kurucusu oldu.

Tasavvuf, genellikle, Mevlevilik, Bektaşilik gibi ana tarikatlarla Anadolu’da hızla yayıldı. Dört yüz kadar tarikat meydana geldi. Böylece tasavvuf bir tekke öğretisi niteliğini kazandı

Büyük tasavvuf düşünürleri, duygu, düşünce ve inançlarını tekkelerde daha çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylece, etkin ve yoğun bir Tasavvuf edebiyatı oluşmuştur (Tekkelerde toplanan İslâm mistiklerine sofi denirdi). Tasavvuf, düşüncesi, anlatımını yalnız edebiyatla sağlamış değildir. Edebiyattan başka, müzik, dans gibi güzel sanatlardan da yararlanmıştır.

Tasavvuf, edebiyatta kendine has bir dil oluşturmuştur. Birçok özel terimler, mecazlar, semboller kullanmıştır. “Pir” kelimesi, tasavvuf dilinde, tarikatı kuran, tarikata kendi adını veren insan demektir. “Şeyh”, yol gösterici anlamındadır. “Muğ” sözü, tarikata giren derviş, mürit demektir. “Pîr-i mugan” sözüyle tarikatın “şeyhi”, “pîri” anlatılır. Meyhane: Tekke, mey: gerçek aşk, anlamındadır. Tasavvuf dilindeki bu terimler, mecazlar, semboller, yalnız Tekke şairleri tarafından kullanılmış değildir. Divan edebiyatımızda din-dışı konularda şiirler yazmış şairler de bunlardan yararlanmışlardır.

Tasavvuf edebiyatımızda, bu düşünceye bağlanmış, duygu ve inançlarını yalın bir içtenlikle dile getirmiş en önemli, en büyük şair Yunus Emre’dir.

Yunus Emre, yalnız Tasavvuf edebiyatımızın değil, Türk edebiyatının da en büyük şairlerinden biridir

TASAVVUF FELSEFESİ

Köklerinin Eflâtun (Platon)‘da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı’ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak’tır.

Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak’a, yani yokluğa bakmış, “Kün” emrini vermiştir. “Kün”, yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak’ın Adem-i Mutlak’a yansımasıdır, yani evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı’nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak’a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı’nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?

Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı’nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak’a bakarak “Kün” emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak’ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak’ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı’nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak’ın, yani yokluğun nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı’nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.

Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?

Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı’ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı’dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı’ya ulaşması olanaksızdır.

Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı’nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk’ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı’nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı’nın varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.

İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me’ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil’de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için “Enel Hak” (ben Tanrı’yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı’ndan da söz etmek gerekir. Burada “devir”, devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu “Dönüş Kuramı”na göre, varlıklar Alem-î Gayb’dan Alem-î Şühud’a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı’ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb’dan Alem-i Şuhud’a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı’ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç‘tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı’dan inip Tanrı’ya yükselmeye de Devir denir.

Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?

Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı’ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil‘e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar “düşkünlük” cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.

Tanrı’ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.

“Tarik” Arapça’da “yol” demek, ama “tarikat” şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.

İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz, yardım etmez. Yani “düşkünlük” cezasına çarptırılırlar.

Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı’nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali’ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali’ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.

Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.

Her tarikatta insanlara Tanrı’ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil’dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı’ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.

Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

Benzer Konular:

TÜRK HALK EDEBİYATI

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu