Söyleşmeye Bağlı Anlatım (Diyalog)

Söyleşmeye Bağlı Anlatım (Diyalog) Nedir? Özellikleri ve Örnekleri

Söyleşmeye Bağlı Anlatım (Diyalog)

Söyleşmeye Bağlı Anlatımla Oluşturulmuş Metinlerin Özellikleri

  1. Jest ve mimikler anlatımın gücünü arttırır.
  2. Tiyatro, sohbetmülakatröportaj, hikâyeroman gibi diyalog ve monolog ağırlıklı metin/yazı türleri söyleşmeye bağlıdır.
  3. Karşılıklı konuşmalar, bağlama ve konuşulan kişiye göre değişebilir.
  4. Görme ve işitmeyle kurulan iletişim önemlidir.
  5. Vurgu ve tonlama önemlidir.
  6. Roman, hikâye ve tiyatrolardaki karşılıklı konuşmalara diyalog, iç konuşmalara ise monolog denir.
  7. Tekrarlar söyleşmeye bağlı anlatımlarda ifadeyi kuvvetlendirir.
  8. Söyleşmeye bağlı metinlerde anlatımın süresi sınırlandırılmalıdır.

Örnek Metinler

Örnek-1

ATTİLÂ İLHAN’LA MÜLAKAT

İnsanın zevkle okuduğu romanlar, şiirler vardır. Hani canı sıkıldığında defalarca okuduğu hâlde, elinin yine de ilk onlara uzandığı kitaplar… Ekolleşmiş anlatımı olan bazı yazarlarımızın yapıtları artık alışkanlıklarımız olmuştur. Bu haftaki konuğumuz, hepimizin kitaplığına aşina olmuş bir yazar. Hem yazar hem şair hem senarist hem gazeteci hem de araştırmacı Attilâ İlhan

– Sayın İlhan, dilerseniz öncelikle edebiyat alanına girişiniz ve verdiğiniz ilk ürünleri öğrenelim sizden.

– Edebiyat dünyasına pek erken girdim denilebilir. Gerçekten çocuk denecek yaşta yazıyordum ben. İlk şiirimi ilkokul üçteyken, ilk romanımı da orta ikide yazdım. Yazmak bende önüne geçilmez bir hevesti. Şiiri de o gün duygulanıp şiir olarak yazıp bırakmıyorum. Yazmak benim için sürekliliktir. Liseye kadar bu şekilde sürekli olarak yazdım. 1946’da lise ikinci sınıfta iken şiir dalında bir sanat armağanında derece aldım. Ve edebiyat alanına paraşütle bir iniş yaptım… Kendimi bir anda şiir dünyasında buldum… Aslında o ana kadar yazılmış on romanım vardı. O, on romanı yayımlayamadım… Ve artık beğenmediğim için de yayımlamayacağım. “Sokaktaki Adam” yani basılan ilk romanım, benim on birinci romanımdır.

– Çalışma düzeninizden bahseder misiniz? Edebiyat alanında en üretken yazarlarımızdan birisiniz. Bunu nasıl gerçekleştiriyorsunuz?

– Felaket, asap bozucu nitelikte disiplinliyimdir. Sabah 07.00 – 09.30 arası, öğleden sonra ise 15.00-19.00 arası benim çalışma saatlerimdir. Geceleri kesinlikle çalışmam. Gece hayatım, içkim, sigaram olmadığı için erken kalkarım ve güne zinde başlarım. Üretkenliğe gelince, bu sürekli çalıştığım için oluyor En kaim romanlarımı bile günde bir sayfa yazarım. “Nasıl yetiştiriyorsun?” diyeceksiniz. Sürekli ve disiplinli çalıştığım için oluyor bu. Öyle ki çalışırken şubat ayının 28 çekip çekmemesini bile dikkate alırım.

– Eserlerinizde kullandığınız dil hakkında neler söylemek istersiniz? Neden yoğun Osmanlıca bir dili yeğliyorsunuz?

– Ağdalı bir lisan kullandığım doğru. Fakat ben geniş bir tarih reformu içinde roman yazıyorum. 1900’lerin Selanik ve İstanbul’da geçen olayları ve bunları yaşayan insanları yazıyorum. Mesela ittihat ve Terakki’den bahsederken Türkçeleştireyim derken ‘Birlik ve İlerleme Partisi’ dersem komiklik yapmış olurum. O zamanki konuları dönemin insanları olarak koruyorum. Eğer o kavramları anlatamazsak o devri de anlatamam. Entelektüel ve siyasi kavramları dönemin yapısına uygun olarak koymak lazım.

– Peki, yetişen ve okuyan nesil tarafından anlaşılıp anlaşılmadığınız konusunda ne diyeceksiniz?

– Umurumda değil. Anlasınlar keratalar! Zaten öğrenmeleri gereken kültür varlığımız o dille yazılır. Şimdi dili değiştiriyoruz diye onları reddedemeyiz. Romanlarımda zaten ben konuşurken şimdi kullandığımız dille, onları konuştururken yaşadığı devirde konuştukları gibi yazıyorum. Son romanım “Dersaadette Sabah Ezanlarında devrindekilerden daha ağdalı bir dil kullanıyorum. Çünkü olay 1900’de ve Selanik’te geçiyor. Başka bir anlatım dili seçmem imkânsız.

– Şimdi biraz şiire dönelim. Siz edebiyat literatüründe şair sınıfından mısınız, yoksa yazar mı?
– Pek çoğu beni şair sınıfına sokar. Fakat ben kendimi şair olduğu kadar yazar ve gazeteci olarak da görüyorum. Senaryo da yazıyorum. Yani ben edebiyatın, yazım dünyasının içindeyim.
– Son bir sorumuz var Sayın İlhan. Edebiyatımız, hangi işlevi yüklenmesi gerektiğinin bilincine sizce vardı mı?
– Tam anlamıyla varmış diyemem. Henüz modalardan kurtulamadılar. Yine de birkaç önemli yazarımızın olduğunu kabul etmek gerekir. Şu andaki durumumuz, Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatı çizgisine girmiştir. Bu durum Tanzimat sonrası olan Batı etkileriyle eşdeğerdedir. Taklit edebiyatı gelişmiştir Artık Türk edebiyatının ulusal bilincine varması lazım. Şu an var olan kozmopolitliği de ilericilik sayıyor bazı yazarlarımız. İşin en komik ve acı olan yanı da bu. Aynı durum Türk edebiyatında olduğu gibi, sanatın her dalında, Türk sinemasında bile var. Estetik düzeyde ulusal özellikleri kavramak ve öncelikle ulusal bir
bileşime ulaşmak gerekir.

Tüles HASDEMİR

Örnek-2

GELDİĞİ GİBİ

Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl boyunca: İnsanların çalışırken en çok düşündükleri, en çok eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş; hakikatleri, sırları araştırmış; masallar uydurmuş; insanlar, yasalar koymuş Medeniyeti kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmış değil mi?” derim ama olmuyor işte, boşuna. Ta gençliğimde Remy de Gourmont (Römi dö Gurmon)’un bilmem hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni Doğru sözler, doğru ya, beni avutmaya, güz sonu içimi sarmaya başlayan o korkuyu andırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.

Soğuktan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim, öyle çok üşümedim ömrümde, serinlikler basınca sırtımı pekiştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. Üşümenin, şöyle biraz üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş-on dakika, yarım saat yürüdükten sonra sıcak bir odaya girip parmaklarını hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar. “Vuuuu! Üşüdüm!” diyerek mangala sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü…

Kışı, gündüzleri kısacık olduğu için sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü biraz geçti mi, ortalık kararıveriyor Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır. Ankara’nınki İstanbul’unki gibi öyle baygın değildir; yarı sevdalı, yarı hüzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez, insanı çıkıp gezmeye çağırır Ama nereye gideceksin? Sen daha biraz yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.

“Yaşlandın sen artık, kocadın, yarım saat dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?” diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Ama yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz gelince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız gezmek, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği bütün yerler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğimizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsanız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar uzaklarda hayat var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise öyle mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah, kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendi kendine, hep kendi kendini düşündürmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, medeniyeti belki kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmıştır, kış geceleri belki hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye, masallar uydurmaya, araştırmaya, yasalar kurmaya elverişlidir ama bizi kendi kendimizle uğraşmaya, benliğimizi beğenmeye sürükleyen de odur.
Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o kadar. Böyle geldi, böyle yazdım.

Nurullah ATAÇ

Örnek-3

YILDIZLARA BAKMAK

GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – (Güler.) Vaktiniz varsa hay hay!
YOLCU – (Ağlamaklı) Yok, ne yazık ki, vaktin yok. Çok geç kaldım.
GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – Çok geç kaldınız!
ARABACI – Bey, hemen gidelim! Ben yıldız da gösteririm size!
YOLCU – (Azarlar.) Görmüyorum dedim yahu, göz doktoru musun sen?
GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – Bu iş doktor işi değil, yaşamak işi Arabacı! Nasıl senin beygir! Yemini yedi suyunu içti mi?
ARABACI – Yedi, içti, beyim!
GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – Ne yapıyor şimdi?
ARABACI – (Gülerek) Yıldızları seyrediyor, müdür bey!
GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – (Güler.) Bravo beygire! Yaşamasını biliyor desene!
YOLCU – (Kızmış.) Aptal yerine koydunuz beni; düpedüz aptal! Alacağınız olsun, gösteririm ben size!
GÖZLEM EVİ MÜDÜRÜ – (Güler.) Görmüyorsunuz ki gösteresiniz, dostum!
YOLCU – Yürü gidelim, arabacı! Deliler evine gelmişiz; durulmaz burada!
(Hızla uzaklaşan ayak sesleri… Müdürün kahkahası… Kapanan bir kapı… Sessizlik Az sonra dörtnala giden atın nal sesleri, tekerlek sesleri… Sesler birden kesilir. Uzaktan uğultu hâlinde, son hecesi uzatılarak, “Çiçeklere baktın mı?” seslenişi duyulur, ses erk dağılır. At kişner Yolcu da, arabacı da gürültüden biraz bağırır gibi konuşurlar.)
YOLCU – Arabacı, çabuk beni o söylediğin bahçeye götür, çiçekleri göster bana; önce çiçekleri!
ARABACI – Geç oldu bey, çiçekler uykuya yattı, hiçbiri görülmez şimdi.
YOLCU – Hay Allah! Yahu, bunun da mı zamanı var?
ARABACI – Var ya. tabi var! Çiçekler sabahın erken saatlerinde, bir de gün batarken görülür bey1 Acele etmeyin, yarın sabah ben size bütün çiçekleri gösteririm, bütün çiçekleri!
YOLCU – (İçini çeker.) Ah, ben yarın belki buralarda olmam! Arabacı! Şimdi göster, şimdi. Hiç değilse bir yıldız göster bana.
ARABACI – Bunlar birbirlerine bağlı şeyler bey! Çiçekleri gördünüz mü, gökyüzüne bakmadan yıldızları da görürsünüz.
YOLCU – Geç kaldım, çok geç kaldım!
ARABACI – Geç kaldınız, bey!
(Bir süre nal, tekerlek seslen… At kişner.)

Behçet Necatigil

Anlatım Türleri:

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu