Türk Edebiyatında Eleştiri

Türk Edebiyatında Eleştiri

Türk Edebiyatında Eleştiri

Eleştiri, (Os. Tenkid, Fr. Critique) sanat yapıtlarını tanıtmak, açıklamak, sınıflamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazıların tümüne verilen isimdir.

“Yargılama ve ayırt etme” anlamlarını dile getiren Yunanca “Kritike” deyiminden türemiştir. Antikçağ Yunanlıları bu anlamda eleştiri sanatına “Kritike tekhne” derlerdi. Kesinlikle yargılamak anlamındaki “krinein” kökünden türetilen eleştirel ve eleştirici anlamındaki “kritikos” sözcüğü Latince’ye “critucus” biçimiyle geçmiş ve bu yolla Avrupa dillerine yayılmıştır.

Eleştiri terimi, eleştirme ve eleştirim biçimlerinde de kullanılmaktadır. Terim, herhangi bir şeyi iyi ve kötü yanlarıyla değerlendirme anlamını kapsadığı halde bir şeyin sadece kötü yanını gösterme (Os. Taan, Muaheze) anlamında da tanımlanmıştır.

Edebiyat eleştirisinin tarihi ilk çağlara kadar götürülebilirse de, bir yazı türü olarak eleştirinin 19. yy.da doğup geliştiği bilinmektedir. Rönesans’ a kadar, edebiyat eleştirisi yazma kurallarını, söz sanatlarını açıklayan, bu yolda öğütler veren bir bilgi dalından öteye geçememiştir. Rönesans’taki eski yazarların değerlendirme eğilimi de, aslında dil bilgisi sınırlarını aşamamıştır. Tek tek yazarların, yapıtların değişik açılardan ilk kez incelendiği 17. yy.da ise Aristo’nun “Poetika”sı ile Horatius’un “Art Poetika” sından çıkarılan kurallar, dogmalar biçiminde değer ölçütü sayılmış, farklılıklar göz önüne alınmadan her yapıta ve her yazara uygulanabileceği kabullenilmiş, ayrıca bir yapıt ahlaki etkileri açısından da değerlendirilmiştir.

Bu tutuma tepkiler, konulan kurallara karşı çıkışlar 18. yüzyılda görülür. 19. yüzyılda sisteme oturtulur. Edebiyatın toplum bilimde veri olarak kullanılması, edebiyat tarihi çalışmalarının başlaması eleştirel bir bakışı zorunlu kılmakta, edebiyat yapıtını oluşturan nedenleri açıklamayı gerektirmektedir. Berna Moran bu durumu şöyle açıklar: “Eleştiride eserin nedenlerine eğilen yöntemin 19. yüzyılda rağbet görmesi bir rastlantı sayılmamalıdır. Unutmamalı ki 19. yüzyıl, bilim alanında büyük başarıların sağlandığı ve bilimsel yöntemlerin büyük hayranlık ve saygı yarattığı bir dönemdir. Eleştiri tarihçileri 19. yüzyılda gelişen bu eleştiri çeşidinin bilim alanındaki başarıdan esinlendiğini ve edebiyat tartışmalarındaki bitmez tükenmez anlaşmazlıklardan ve öznelcilikten kurtularak sağlam sonuçlara varma ihtiyacından doğduğunu söyler.

Bir tür olarak eleştiri Türk edebiyatında Tanzimat‘tan sonra görülür. Daha önce ise Divan edebiyatımızda eleştiri fikri ikinci ve üçüncü derecede yer almıştır. Şüphesiz eskiler de eleştiriyorlardı. Fakat bu daima sözlü ifadede kalmış ve bazı teknik dikkatlerin ötesine geçememiştir. Yani şiirin iyisiyle kötüsünü ayırmak için gerekli kurallar üzerinde duruyordu, ama bunlar da Arap ve İran edebiyatlarından alınmışlardı. Üstelik bunlar öze girilmeden şiir tekniği, diğer bir deyişle söz ve anlam sanatları, aruz, kafiye gibi söyleyişle ilgili kurallardı. Yanlış kullanılan bir sözcük, vezinde düşüklük, vb. şiirin kusurlu sayılmasına yetmekteydi. Yalnız, şuara tezkirelerinde, sınırlı da olsa bu tutumun dışına çıkıldığı görülmektedir. Ama bunlar da basmakalıp yargılardır, çözümlemeye dayanmazlar. Tezkire yazarı, şairin yaşam öyküsünü özetledikten sonra, bol sıfatlı birkaç cümleyle şiirinin özelliklerini sıralamakla yetinir. Bir tutum olarak vardır eleştiri, değerlendirme eylemi olarak gerçekleşmez. Bu nedenle gelişiminden de söz edilemez.

Edebiyatımızı ve şiirimizi daha ilk devirlerden milli bir gurur meselesi addeden şairlerimizde bu hükümlerin türlü görünüşleri vardır. Ama burada şunu da belirtelim ki yalnız bir tek şairimiz bu kadarıyla kalmamış, eleştirinin yolunu değiştirmiştir. Şeyh Galib‘in “Hüsn ü Aşk“ının baş tarafındaki Nâbi tenkidinde konusunun modern tenkitte (eleştiride) olduğu gibi “insan”la değilse bile “an’ane” ile münasebetini araştıran bir edâ vardır. İnsan ile diyoruz; çünkü eleştiri, insanî, fikrî alakaların ve kültürlerin içinde doğar, gelişir.

Türk edebiyatında gerçek edebi tenkidin, Tanzimat’ tan sonra başlamış olduğunu söylemek gerekir. Tenkit, Avrupa fikir ve sanat âlemi ile temastan sonra memleketimize gelen nevi’lerden biridir. Batılı bir Türk edebiyatının kurulmasına başlandıktan sonra, zamanla, karşılaşılan ve çözülmesi gereken bazı mühim meseleler üzerinde bir düşünme, açıklama ve tenkit dönemi de başlamış oldu. Batıdaki gelişim göz önüne alınırsa bir gecikme söz konusu değildir. Ama bu zamansal koşutluk özdeki başkalığı, bir gelişim sürecinin yokluğunu unutturmamalıdır.

19. yüzyılda Batı’da hemen bütün eleştiri yöntemleri kullanılır, bu yolda hem kuramsal hem de uygulamalı ürünler verilirken Tanzimat döneminin bir eleştirmen yetiştirememiş olması, eleştiri adı verilen yazıların bir yönteme dayanmaması, eskiyi değerlendirirken muaheze (kötü yanlarını gösterme, bir düşünceyi çürütmeye çalışma) sınırlarını aşamaması başka türlü açıklanamaz. Önce de belirtildiği gibi eleştiri, bir düşünce birikiminin, toplumsal gelişime sıkı sıkıya bağlı bir kültür ortamının ürünüdür. Üstelik bir edebiyat türü olarak anlatım yolu düzyazıdır. Bu nedenle gelişmiş bir düzyazıya, başka bir deyişle düzyazı geleneğine dayanmak zorundadır. Oysa Türk edebiyatında başlangıçta bu iki olgunun varlığından da söz edilemez. Bir düzyazı geleneği varsa da Tanzimatçılarla bu gelenek arasında organik bir bağ yoktur.

Dayanılan Divan nesridir. Yeni bir düzyazı oluşturmanın gereği anlaşılınca da örnek olarak Fransızca alınmıştır. Kısacası, öykü, roman vb. öteki yeni türlerde olduğu gibi eleştiride de, türün kendi doğal gelişimi değil, aktarılanın gelişimi söz konusudur. Ayrıca 19. yy.da Batı edebiyatlarının sorunları ve koşullarıyla Türk edebiyatının sorunları ve koşulları çok başkadır.

Konuya bu açıdan yaklaşınca Tanzimat eleştirisindeki ilkesizlik ve yöntemsizlik anlaşılır, açıklanır olmakta, doğal karşılanabilmektedir. Nitekim kökenini eski Yunana kadar çıkarabildiğimiz Fransızca critique sözcüğünün karşılığı olarak Tanzimatçıların muaheze sözcüğünü yeğlemeleri, Arapça nakd kökünden uydurulan tenkid sözcüğünün ancak Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) döneminde yaygınlaşması da buna bağlanabilir. Çünkü yeni bir edebiyat oluşturmak isteyen Tanzimat sanatçılarının önündeki en önemli sorun kuralları, söz oyunları, dayandığı düşünce sistemi ve hayal dünyasıyla Divan edebiyatının ortadan kaldırılması sorunuydu. Çünkü onlara göre bu edebiyat, sanatçının kişiliğini boğan, ifade unsurlarıyla klişeleşmiş, hayatla ve gerçekle ilgisiz, devrini tamamlamış, skolâstik karakterde bir edebiyattı. (Bu görüşler, bugünkü bilgimizle tabii ki pek o kadar da doğru sayılamaz.)

Böyle olunca da eleştirinin, Divan edebiyatının kötü yanlarını gösterme görevini yüklenmesi kaçınılmazdı. Öncesizlik, bilimsellik ve nesnellik gibi kavramlara yabancı oluş, tarihsel ve toplumsal bakış açılarının gelişmemişliği, eleştirinin besleneceği düşünsel ve kültürel ortamdan yoksunluk bu tutumu pekiştirdi. Karşı olmak, yadsımak, bir düşünceyi çürütmeye çalışmak eleştiriyle bir tutuldu.

Tanzimat‘ tan sonra ilk rastlanan eleştiri yazısı Şinasi‘ nindir. Şinasi’nin edebiyat eleştirisi olarak anılabilecek yazısı temelde bir dil tartışması olan ” mebhûsetü’n anha, terceme-i sâlifetü’z-zikr, tûl ü dıraz” sözcükleri çevresindeki dizi yazısıdır. (Tasvir-i Efkâr, sa. 249-260, 1864).

Bu sahada Şinasi ile Sait Efendi arasındaki tartışma başkalarının da katılmasıyla büyüdü. Ama asıl önemli olan, tartışma boyunca Şinasi’ nin benimsediği tutumdu. Kişiselliğe sapmayan, söz konusu sözcüklerin yanlış kullanıldığını göstermek için kanıtlara dayanan, örnekler getiren bir tutumdu bu. Şinasi bununla da yetinmiyor, dil ve edebiyata ilgili düşüncelerini de yeri geldikçe açıklıyordu. Egemen edebiyat anlayışını değiştiren ve edebiyata eğitici bir görev yükleyen ünlü tanımı da bu yazılarından birinde geçiyordu. Ayrıca Şinasi’de edebi nevi olarak eleştiriye ancak “Fatin Tezkiresi” nin ikinci tab’ ını ilan eden fırkasında tesadüf ederiz. Çünkü o, Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, dediği gibi, geçtiği yoldan ziyade vardığı neticeleri bize veren bir insandır. Bununla beraber bu ilk devirde ” mebhûsetü’n anha” meselesinde dil bakımından dahi olsa tenkide ilk maruz kalan Şinasi olduğu gibi karşıtına verdiği cevaplarla da ister istemez kendisi de tenkit yapmış oluyordu. Ayrıca hemen her makalesi de birer tenkittir.

Ondan sonra gelen ilk yenilenme şairleri ve yazarları şiir ve edebiyat hakkındaki fikirlerini, bir nevi “essai” diyebileceğimiz müstakil makalelerle anlattıkları gibi, Fransız romantiklerinin de sık sık başvurdukları beyanname mahiyetindeki mukaddimelerle de söylüyorlardı. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Midhat Efendi, Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezâi Bey bilhassa mukaddimelerinde, yapmak istedikleri şeyi okuyucuya anlatırken edebiyatımız hakkında toplu görüşlerini söyleme fırsatını buldular.

Namık Kemal

Bu sahada ilk anılacak yazarımız Namık Kemal‘dir. Edebiyatı halkı eğitmek için bir araç sayan, toplumun ilerlemesinde edebiyata büyük görev düştüğünü savunan Namık Kemal, yeni edebiyatı kurmak için eskinin yıkılması gerektiği inancındadır. Bu yolda da eleştiriden yararlanır. Seçtiği sözcük ise muaheze’dir. Nitekim bu tür yazılarında Divan edebiyatının kötü yanlarını, kendi edebiyat anlayışı açısından (Batı edebiyatından örneklerle açıklar) olumsuz yanlarını sergiler. O bir taraftan eskiyi yıkarken, diğer taraftan yeninin, kendi anladığı gibi yeninin temelini atıyordu. Nasıl kendisi eskiyle yeni arasında bir çeşit “muvazaa” ise, tenkidi de öyle kaldı.

Hakikatte tenkit, kendi şahsiyetinin içinden bir türlü çıkamayan ve dünyası tahmin ettiğimizden çok dar olan bu yazarın en az yapabileceği şeydi.

Namık Kemal niçin iyi romancı ve iyi tiyatro yazarı olamadı ise onun için iyi tenkitçi olamadı. Hayatın sezişi yoktu. Zihni hayatı dardı. Edebiyatı, sadece anladığı gibi bir edebiyatın ve insanı adeta silen bir takım içtimai fikirlerin arasından görmekle kaldı.

Ayrıca Namık Kemal, kendi zevk ve alışkanlıklarını bir yana iterek, Divan edebiyatı hakkındaki düşüncelerinde sonuna kadar direnmiştir. 1866’da Tasvir-i Efkâr’da çıkan “Lisan-i Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı uzun makalesinde ileri sürdüğü Divan edebiyatı hakkındaki olumsuz düşüncelerini, Harâbât’ı tenkit maksadıyla yazdığı Tahrîb-i Harâbât (1876) ve Ta’kib (1886) adlı eserlerinde daha şiddetle savunur.

Namık Kemal, gerek Divan edebiyatı alışkanlıklarının giderilmesini hedef tutan yazılarında ve gerekse doğrudan doğruya yeni edebiyatın esaslarını açıklayan ve savunan yazılarında, Batı edebiyatı hakkında da gerekli bilgileri vermekteydi. Bu görüşlerini, Mukaddime-i Celal (1883) de, Bahâr-ı Daniş (1885) adlı tercümesinin ve İntibah (1876) ın önsözlerinde, tiyatro hakkındaki makalelerinde ve sonradan bulunup Necmettin Halil Onan tarafından bastırılan “Namık Kemal’in Ta’lim-i Edebiyat Üzerine Bir Risalesi” adlı eserinde Batı edebiyatına dair görüşlerini açıklamıştır. Bunların yanında, “İrfan Paşa’ya Mektup”unu, Ekrem Bey’in “Mes Prisons (Mahpusluk hayatım)” tercümesi hakkındaki tenkidini, Ekrem’e, Hâmid’e, Sezâi Bey’e ve Ebuzziya’ya yazdığı birçok mektupları da sayılmalıdır.

Namık Kemal’in yeniye olan sevgisi ne kadar yüzeysel, üstünkörü ise, bu tenkitlerinde de eskiye bulduğu kusurlar da o kadar yüzeysel ve üstünkörüdür.

Ziya Paşa

Yine kronoloji sırasıyla Türkçe üzerine ikinci büyük düşünüş Ziya Paşa‘nın “Şiir ve İnşa” makalesidir. (Hürriyet, S.11, 7 Eylül 1868). Bu makalesi Divan edebiyatına yöneltilmiş eleştirileri kapsar. Nesrimize ve şiirimize örnek olarak halk şiirini gösteren Ziya Paşa bu makaleden sonra edebiyat ve sanattan uzun zaman bir daha bahsetmemiş, yalnız “Harâbât Mukaddimesi”nde Batı dünyasının şiir ve sanat anlayışıyla bizimki arasında bulunan adeta bir kıymetler muhasebesini yapmıştır. “Harâbât Mukaddimesi” ile “Şiir ve İnşa” makalesinin birbirine zıt tarafları vardır. Ziya Paşa’nın bu tutumu, Namık Kemal’in yukarda anılan (Tahrib-i Harâbât, Ta’kib) yazılarına yol açmıştır.

Bu iki yazarımızdan sonra Abdülhak Hâmid’in “Duhter-i Hindû” mukaddimesini, Recai-zade Ekrem Bey’in “Üçüncü Zemzeme mukaddimesi” ile “Takdir-i Elhân” ını sayacak olursak, Namık Kemal mektebinin tenkit ve Denemedeki çalışmasını hülâsa etmiş oluruz. Bun lara Ahmet Midhat’ın bazı romanlarının mukaddimelerini de ilave etmeliyiz. Diğer yandan Sâmi Paşa-zâde Sezâi Bey’in “Küçük Şeyler” mukaddimesi daha sonraki faaliyetlerin müjdecisidir ve görüş tarzıyla Namık Kemal-Hâmid neslinden ayrılır. 1876’dan sonra yetişenler arasında Beşir Fuad Bey’in “Victor Hugo” ve “Voltaire” adlı iki -tercüme ve iktibas (olduğu gibi aktarma) şeklinde- biyografisi, yine Beşir Fuad Bey ile Muallim Nâci ve Ahmet Midhat arasındaki mektuplaşmalar, Nâbizâde Nazım‘ın meşhur makalesi, Halid Ziya’nın “Hikaye” adlı kitabı Sezâi Bey’in eserine bağlıdır. Bu yazarlar az çok daha realist bir edebiyatın peşinde idiler. Hattâ Beşir Fuad Bey daha ileriye giderek şiiri ve şiir terbiyesini itham ediyor, sadece ilmî zihniyetle yazılmış eser istiyordu. İntihar ederken, can çekişme esnasında duyduklarını kaydetmekten çekinmeyen ve cesedini Tıbbiye’ye hediye eden bu ilim mistiği ayrıca “İlim” ve “Beşer” adlı iki kitap da bırakmıştır.

Ayrıca Beşir Fuad’ın “Voltaire” ve “Victor Hugo” adlı eserleri sadece Türkçede bir yabancı edebiyatına dair çıkmış ilk etütler (benzerleri olmadığı için hala da biraz böyledirler) olmakla kalmazlar, aynı zamanda hayal ve insanla sanat arasındaki muvazene, alakayı ciddiyetle araştıran tecrübeler olmak itibariyle de ehemmiyetlidirler. Voltaire’de Beşir Fuad’ı hurafelere karşı doludizgin mücadele halinde görürüz. Ayrıca insana hakikatler namına girişilen mücadelenin zevkini tattırmağa çalışır. Victor Hugo’sunda ise 19. yüzyıl Fransa’sını bu gerçekten büyük şairinin sanatını Emile Zola’nın sanatı ile karşılaştırır. Daha ziyade romantizmin realizme mağlubiyetinin hikâyesi üzerinde ısrar eden bu kitapta bilhassa hücum edilen taraf Victor Hugo‘nun tiyatrosu, yani en zayıf tarafıdır. Böylece bugün realizm, natüralizm diye tanıdığımız edebiyat meslekleri Türkçede tanınmış olurlar.

Eski ve yeni edebiyat üzerindeki mücadele de en şiddetli safhasına girmiştir. Bu safhanın en gürültülü çatışması ise, Recâi-zâde Ekrem ile Muallim Nâci arasında, şiir dili ve nazım tekniği üzerine yapılan ve ancak hükümetin araya girmesiyle kapanmış olan münakaşadır.(1886)

Nâci, Ekrem’in edebi görüşlerine karşı Saadet gazetesinde çıkan cevaplarını “Demdeme” (1886) adı ile ayrıca yayımladı. Nâci’nin tenkide dair eserleri arasında, bazı makalelerini toplayan “Yazmış bulundum” (1884) Tercemân-ı Hakikat’in edebi sütununda genç şairlerin gönderdikleri şiirleri Muallim imzasıyla düzelten yazılarını taşıyan “Muallim” (1886) ve edebi kaide, terim ve şekiller hakkında bilgi veren Istılâhât-ı Edebiyye (1891) kaydedilir.

Nâci’nin eski yazı kaidelerine dayanan ve yalnız gramer ve sentaks yanlışlıklarını belirten basit tenkit metodunun yanında, Ekrem, tamamıyla Batılı bir metoda sahiptir. Yazı kaidelerinden bahseden Doğu eserleriyle yetinmeyerek Ta’lim-i Edebiyyât (1879) bu devirde Avrupai Türk edebiyatının esaslarını açıklayan en mühim eser olduğu gibi, Tanzimat eleştirisinin örnekleri arasındadır. Ama bu eserde sadece Dil ve nazım tekniği konularını değişik bakış açılarıyla ele alır. Bu yüzden belli bir yönteme dayanmaz. Ayrıca “Üçüncü Zemzeme” nin(1885) önsözü, Takdir-i Elhan(1886) , Pejmürde(1895)’ deki bazı parçalar ve Takrizât (1898)’ da Recâi-zâde’nin şiir ve sanat hakkındaki dikkate değer düşüncelerini açıklar.

Böylelikle Tanzimat devrinde tenkit, daha çok, bazı ananeleri inkârla başlayıp, Divan edebiyatı için yıkıcı ve Avrupai Türk edebiyatı için yapıcı bir karakter göstermektedir. Kenan Akyüz bu dönemdeki eleştirinin özellikleri konusunda şunları söyler: “Tanzimat devrinin ilk safhasında Avrupalılaşma işlemi, zaruri olarak, Divan edebiyatına hücum edip onu itibardan düşürme yeni Avrupai Türk edebiyatına alan açma, Batı edebiyatının başlıca türlerini getirme, Fransız klasik ve romantik okullarının başlıca şahsiyetlerini tanıtma yönlerinde gelişmiş ve ikinci safhasında ise Fransız edebiyatının daha çok estetik ve teknik esasları üzerinde durulmuş, realist ve natüralist romanın kısmen tanıtılmasına çalışılmış ve yeni bir edebiyat dili kurulması için büyük çaba gösterilmiştir.

Servet-i Fünun (Edebiyat-ı Cedide) döneminde aynı durum söz konusu değildir. Belirli bir yönteme dayanmaya çalışan, açıklama ya da yorumlama, değerlendirme işlevinin bu dönemde geliştiğini söylemek yanlış olmaz. Ayrıca bu dönemde Divan edebiyatının kötülenmesine de gerek kalmamıştır. Batılılaşma sürecinde eski, yalnız edebiyatıyla değil bütün üstyapı kurumlarıyla yenik düşmüştür.

Şimdi sıra yeni edebiyatın ilkelerinin, niteliklerinin açıklanmasında, eskiyi savunanların saldırılarını püskürtmeye, yeni düşünce ve kültür ortamının temellerinin sağlamlaştırılmasına gelmiştir. Servet-i Fünun esaslarını kamuoyuna açıklamak için yazılmış birçok yazı arasında en mühimleri:

  • Hüseyin Cahid’in Edebiyat-ı Cedide: Menşe ve Esasları (1898),
  • H. Hâzım’ın Edebiyat-ı Cedide’nin özelliklerini Osmanlı edebiyatının özellikleriyle karşılaştırmak suretiyle belirtmeğe çalışan Mesâlik-i Edebiye (1898) adlı incelemeleri ve
  • Ali Ekrem’in Şiirimiz (1900) adındaki uzun otokritiğidir.
  • Hepsi de Servet-i Fünun’da yayımlanmış bu genel tahlil ve açıklamalardan sonra, yine aynı dergide, Edebiyat-ı Cedide’nin dil anlayışını inceleyen (Tevfik Fikret: Lisân-ı Şi’r (1896), Ecnebiler ve Türkçemiz (1898),
  • Cenap Şahabeddin: Yeni Ta’bîrât (1897), Yeni Elfâz (1897),
  • Hâlid Ziyâ: Yeni Lisân (1900).

Servet-i Fünuncuların kaynaklarına bakıldığında, bu devrin yazarlarında Tanzimat yazarlarına göre nasıl bir ufuk genişliği bulunduğu, onların sanat ve edebiyat meselelerine nasıl değişik açılardan baktıklarını göstermeğe yeter. Bu ufuk ve açı farkı, şüphesiz, onların edebi kültürlerindeki farktan ileri geliyordu. Tanzimat devri yazarlarının Fransız edebiyatı hakkındaki bilgileri, zaruri olarak, dar ve zayıftı.

Oysa Servet-i Fünuncuları gerçekçilerden başlayarak çağdaşları sembolistlere kadar Batıyı hemen hemen günü gününe izledikleri bilinmektedir. Ayrıca Hippolyte Taine, Anatole France, Jules Lemaitre, Emile Faguet, Fréderic Brunetiere gibi değişik eleştiri yöntemleri geliştiren yazarları da tanıyorlar, onlardan etkilenerek yeni “tenkit” anlayışlarını tanıtan yazılar da yazıyorlardı. Bu alanda da en iyi örnekleri Ahmet Şuayb‘ın yazılarında buluruz. Dönemin salt eleştiriyle uğraşan yazarıdır ve Taine’nin etkisinde kaldığı gibi, “Hayat ve Kitaplar” başlığıyla yayımlanan yazılarında da Batılı sanatçıları, düşünürleri konu alır; edebiyat yapıtlarının bilimsel yöntemlerle, bir kültür birikimine dayanılarak incelenmesi, özellikle toplumbilim ve psikolojiden yararlanılması gerektiğini savunur. Servet-i Fünun’da kendisine ayrılan Esmar-ı Matbuat sütununda Fransız basınını, dergilerini izleyerek haftanın sanat, edebiyat verilerini, olaylarını aktarır.

Sonuç olarak Türk edebiyatında bit tür olarak eleştirinin, Servet-i Fünun döneminden başlayarak, Batı’da ortaya çıkıp sistemleşen eleştiri anlayışlarının etkisinde geliştiğidir. Bu gelişimin, birbiriyle zaman zaman kesişen iki ayrı çizgide sürdüğü söylenebilir: Edebiyat tarihi, inceleme ve araştırma alanında; yeni edebiyat akımlarının (Fecr-i Atî, Milli Edebiyat, Garip akımı, İkinci Yeni gibi) ilkelerinin, niteliğinin açıklanması ve savunulmasında. Yeni yayımlanan edebiyat yapıtlarını tanıtmayı amaçlayan edebiyat eleştiri yazılarını ise bu iki gelişim çizgisinin tamamlayıcısı olarak görmek gerekir.

Çağdaş eleştiri anlayışına uygun çalışmalarsa ancak 1940’tan sonra gelişmiştir. Burada akla şu soru geliyor: Eleştiriyi belli bir biçimi, yapısı olan bir edebiyat türü olarak tanımlamak olası mıdır? Yapılan açıklamalar bakımında bu sorunun yanıtı hayır’dır. Görüldüğü gibi geçmişteki bir yazarı ve yapıtlarını değerlendiren, kendi edebiyat anlayışını savunurken karşıt anlayışı çürütmeyi amaçlayan ya da yayımlanan yeni yapıtları konu edinip okura tanıtma görevini yüklenen yazılar eleştiri sayılabilmektedir. Bu ise bizi eleştirinin var olmasının bir işleve bağlı olduğu konusuna getirmektedir. Öyleyse eleştiriyi bir yaratma, bir sanat saymamak gerekir. Doğru mudur bu? Mantıksal olarak belki. Ama bir öğretinin ya da bilimsel bir çalışmanın, yani bir buluşun eleştirisinin edebiyat eleştirisiyle bir tutulması söz konusu olabilir mi? Eleştiri tarihinde, kullanılacak yöntemler ve değer ölçütleri konusunda sürdürülen (bugün de süren) tartışmaların yanı sıra edebiyat eleştirisinin sanat olup olmadığı da en çok tartışılan sorunlardan biridir. Bu soruya birbirine bütünüyle karşıt yanıtlar verildiği gibi verilen yanıtlar da günümüzde de anlaşılabilmiş değildir. Yalnız unutulmaması gereken şudur: Felsefe eleştirisi, bilim eleştirisi nasıl felsefenin, bilimin dilini kullanmak zorundaysa edebiyat eleştirisi de edebiyatın diliyle var olur, onunla biçimlenir.

Hazırlayan: İzzet ŞEREF

Kaynakça:

  • Tanpınar Ahmet Hamdi, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi
  • Tanpınar Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler
  • Akyüz Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923)
  • Türk Dil Kurumu, Eleştiri Özel Sayısı
  • Özkırımlı Atilla, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi

Benzer Konular:

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu