Oy Markus Oy – Cengiz Dağcı

Oy Markus Oy (roman inceleme)

Oy Markus Oy – Cengiz Dağcı Romanı Üzerine

Oy Markus Oy – Cengiz Dağcı

Oy Markus Oy, Cengiz Dağcı’nın 2000 yılında yayımlanan romanı.

Hayat öyküsünün de esere yansıdığını gördüğümüz Dağcı’yı, hayatı ile bilmekte fayda var.

Cengiz Dağcı, 9 Mart 1919 tarihinde Kırım’ın Yalta şehrinin Gurzuf köyünde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçer. İlkokulu köyünde, ortaokulu Akmescit’te bitirir. Kırım Pedagoji Enstitüsü ikinci sınıfta iken II. Dünya Savaşı çıkar. 1941’de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düşer. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığınır 1946’da Londra’ya yerleşir.

İngiltere’deki hayatı da hiç kolay olmaz; bir taraftan yazarken en vasıfsız ve ağır işlerde çalışmak zorunda kalır. Dağcı, romanlarında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları berrak bir üslupla aksettirir. Kırım ile ilgisini hiçbir zaman koparmaz ve Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşlerini anlatmayı ihmal etmez. Dağcı’nın en büyük destekçisi, savaş sırasında Polonya’da tanıştığı ve 1998 yılında kaybettiği kıymetli eşi Regina Hanım olmuştur.

22 Eylül 2011 tarihinde Londra’nın Sutfields bölgesinde vefat eder. Dağcı’nın cenazesi 1 Ekim 2011 Pazar günü, Kırım’da Akmescid’e yüz kilometre uzaklıktaki Yalta bölgesine bağlı Kızıltaş köyünde defnedildi.

Dağcı yine kitabın önsözünde öykünün öncesinde yaşadıkları ile ilgili şunları paylaşır:

“Bu öykü Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanım tamamlanmak üzereyken tasarlanmıştı; İngiliz Öyküleri’nin üçüncüsü ve sonuncusu olacaktı.

Bay Markus Burton’un Köpeği ve Bay John Marple’ın Son Yolculuğu eşim Regina hayattayken yazıldılar. Öyküler üzerine çalışırken başımı her kaldırdığımda yazı masamın yanına atılı koltukta görüyordum onu. Koltuğa gergefi veya kitapla otururdu her zaman. Regina’nın yanımda olması düşlerimi ve düşüncelerimi zenginleştiriyordu.

Oy, Markus, Oy! Regina’sız yazıldı. Son on bir aydır onun oturmuş olduğu koltuğa hiç kimse oturmadı; kızıma, torunuma, büyük torunuma o koltuğa oturmamalarını rica ettim. Öykü üzerine çalışırken arada elimi kaldırıp koltuğun arkalığını okşadım ve “Ben sensiz değilim, sen benim yanımdasın,” dedim içimden kendi kendime.

Yazmaya başladığımda öykünün isminin Unutulan Değerler olacağını düşünmüştüm. Fakat öykü üzerine çalışmalarım ilerledikçe öyküye Oy, Markus, Oy! başlığını daha bir isabetli buldum.

Tuhaf bir kişi Markus. Markus’u sevenler olur, sevmeyenler olur. Okurun Markus’un kişiliğini yorumlamasının dışında ve değişik bir özelliği var benim için. Hayatımın bir yıla yaklaşık en müşkül zamanı içinde yaşayabilmeme yardımcı oldu bana Markus…”

Bu sözlerin önemi hikayenin içindeki motiflerle görülecektir. Markus, Mary’nin arzusunu cezp etmek için yapmaya çalıştığı faaliyetlerde her seferinde sakatlanır ve Mary onu her seferinde afacan bir çocuk gibi sever ve bağrına basar. Markus çok defa hayata Mary’nin ambulansı araması sayesinde tutunur. Bu motifler onun II.Dünya Savaşında yaşadıklarının ve Regina’nın kendisine çıktığı desteklerin sembolleri gibidir. Sonrasında Mary’nin hayalet görüşü ve Markus’un iç konuşmaları Regina’nın kendisine ve Regina ile geçirdiği evlilik yaşamına tutunur oluşunun göstergesidir. Fakat daha fazla detaylandırmadan önce bu öykünün özetlenmesi gereklidir.

Mary ve Markus ailesi Dorothy Marple’ın ölümünden üç yıl sonra Quebec’ten Londra’ya göçmüş bir ailedir. Aile, Lynton Grove Sokağı’ndaki Putney Hill üstündeki bir evde yaşar, mahallenin en yoksul ailesidirler. Evleri, onlara Dorothy Marple’ın mirası ile kalmıştır. Mahalleliye göre oldukça küçük bahçesi olan bu ev olay örgüsünün kurulduğu ana mekandır. Markus, Mary ve BMW sahibi komşu George Elwood dışında karakter yok gibidir. Bu anlamda karakter sayısı kısıtlıdır.

Düğüm kısmı musluğun bozulması üzerine Mary’nin Markus’a çıkışması ile başlar. Öykü tek bir düğüm üzerine kurulu değildir. Gündelik sorunların düğümleşmesi üzerinedir. Dolayısıyla çok defa sorun yaşanır, çok defa çözüm olur. İlk düğümde Markus Musluğu tamir ederken bayılır, Mary onu öldü sanıp paramedikleri çağırır. İkinci düğümde Mary’e sürpriz yapmak için bahçeye havuz yapmaya çalışan Markus kazdığı çukurun içinde bayılır. Mary onu yine öldü sanıp paramedikleri çağırır. Sonrasında nehir yatağında sakatlanan Markus’u Goerge Elwood kurtarır. Bütün sorunların nihayetinde Mary Markus’u bağışlar ve kavuşurlar.

Markus’un değer verdiği iki şey vardır. Mary’nın arzusunu elde etme ve külüstür Ford’u. Bu iki arzusu ile uğraşırken çoğu zaman etrafını işitmez bile. Ford’u bir şikayet üzerine hurdalığa atılır ve bu durum onu kahreder. Çalışıp para kazanıp Ford’u satın almaya çalışsa da başaramaz.

Mary ise kocasını afacan bir çocuk gibi seven alımlı bir kadındır. Onunla her gün başka bir evlilik yaşadığını düşünür. Yaşanan olaylar birer tekrar gibi gözükse de onun için her an yenidir. George Elwood’a karşı ilgi duysa dahi kocasına duyduğu sadakati terk etmez.

George Elwood, Mary’e duyduğu ilgiden dolayı Markus’a yardım eden ve ona acıyan, zengin bir karakterdir.
Kitabın sonunda ise Mary ve Markus’un bilmediği bir miras kendilerine kalır ve zengin olurlar. Markus eski Ford’u satın alır ve mahalle boyunca herkesin sevdiği bir aile olurlar.

Öykü genel olarak bir olay öyküsüdür. Hikayenin karakter sayısı oldukça kısıtlıdır. Karakter analizleri zayıf ve çoğu zaman sorunludur. Karakterlerin ruhsal dünyasından çoğunlukla uzak bırakılırız. Bununla beraber yazarın içtimai meselelerde ve toplumsal meselelerde tespitleri vardır.

İngiltere’nin durumunu göz önüne alarak, toplumun markalara oldukça önem verdiklerini göstermek ister gibidir. Eşyalar İKEA’dan alınır, kişi BMW’si ile tanınır, bekleme alanlarında Metropolitan okunur, Whitney havlusuyla kurulanılır. İngiltere’de yaşanan Sanayi Devrimi sonrası oluşan güçlü şirketlerin yükselmesi ve II.Dünya savaşı sonrası insanlarda kapitalizmin de getirdiği marka takıntısına ve kapitalizmin kendisine eleştiri görülür. Şirket bünyesinde alım satım işlemleri yerine özellikle İngiltere gibi kapital, liberal ekonomilerin bünyesinde artık kiralama işlemi görülür. Dağcı bu kiralamaları şöyle eleştirir:

“Sanayice ilerlemiş memleketlerde kiralanmayan ne var? Her şey… çocuk doğuramayan kadınlar çocuk kiralarlar. Gerekirse çocuk doğuramayan bir kadın, yepyeni koca kiralar”

Markus Londra’lı olmasına rağmen New York’un kısaltması olan N.Y yazılı kepi giyer. Bu duruma Cengiz Dağcı’nın eleştirisi bizim Tanzimat romanlarında eleştirilen “didon” (eskiden, halkın İstanbul’daki yabancılara, özellikle Fransızlara verdiği ad, züppe) tiplemesine yapılan eleştiriler gibidir. Ait olmadığı toplumun kültürü tarafından ele geçirilmeye karşı muhafazakar tutum görülür.

Jules Payot’a göre “karakter, ayrışık kuvvetlerin bileşkesidir”, fakat bu ayrışmayı Cengiz Dağcı’da göremiyoruz. Markus, hep saf ve hep iyi, Mary hep saf ve hep sadık bir karakterdir. Bu anlamda karakterlerin çizimleri sorunludur. Psikolojik tahlillere yardımcı olacak çeşitli tekniklere yer verilmemesi bu anlamda sorun yaratmıştır. Monologlara hiç yer verilmemesi, diyaloglar şeklinde kurulum yapılması bunun örneğidir.

Diyalogların içine kimi zaman yerleştirilen dişil kurulum, belagata kaçmakta, bunun yüzünden öykünün gerçekçiliği sorgulanır hale gelmektedir. Örneğin ambulans ile konuşma sırasında Mary, “çünkü her öldüğünde göğsümün ortasına bir bıçak saplanıyor ve… bıçağın saplanmış olduğu yerde büyük bir delik açılıyor. Açık delikten kan akmadığına göre, ben de ölüyorum” demektedir. Yine Mary, bir yeri gösterirken “Her yer! Bahçe, çitin dibinde Hibiscus, yazın son çiçekleri papatyalar… Karşı yakadaki akçaağaçların gerisinden göğe yükselen güneş nehrin sularını ateşe verdi! Bak hele, nehir ateş içinde!” demektedir. Bu tip söz oyunları diyalogların içinde gerçekleşemeyecek kadar edebi olduğundan bir problem haline gelmiştir. Bu öykü, karakter analizleri ve diyalogları ile, bizim romantizm akımının parçalarını ilk defa gördüğümüz İntibah romanının benzeri gibidir denilebilir.

Bizde benzerini gördüğümüz bir diğer durum ise hayalet motifidir. Mary, Dorothy Hanım’ın hayaletiyle evin içinde sıkça karşılaşır. Bu noktada tıpkı Abdülhak Hâmit Tarhan veya Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi hayalet imgesi ölümü kabulleneme veya ölüden korku üzerine şekillenmiştir. Oysa, hayalet imgesi öteye ittirilmiş, bastırılmış arzuların görünümüdür. Spekülatiftir. Bu anlamda Dağcı hayalet motifini iyi kullanamamıştır.

Bununla beraber eserin içinde varlığın algılanışı ilginçtir. Lacan’ın “ben tek bir noktadan görebilirim ama varoluşumda bana her taraftan bakılır” deyişi, Dağcı’da “Gözlerimin içinde olanı görebilmem için gözlerime başka bir insanın gözleriyle bakmam gerek” cümleleri ile bedenleşir.

Söylemlerde “kocanız kilise çanı gibi sağlam” kullanımları gerçekçi değildir; çünkü Avrupa’da yaşayan birisi için inanca ait sembol olan çan, Rönesans ve reform sonrası kapitalizmin baş gösterdiği zamanları yaşayan Avrupalı için sağlamlığı akla getirecek ilk kıyas nesnesi olmayacaktır. Bu söylemlerin karakteri gerçekleştiremediğinden kusurlu olduğu görülür.

Dağcı’nın miras ile Markus ve Mary’i zengin edişinde Aristo’nun Poetika’da bahsettiği, baht dönüşü olayı görülür. Aristo’ya göre “En güzel tanınma, baht dönüşüyle birlikte olandır. Böylesi tanınma ve baht dönüşleri, acımaya ya da korkmaya neden olur; tragedya böyle duygular uyandıran eylemlerin taklididir.” Görüyoruz ki Markus miras ile, mahalleli tarafından sevilir, onaylanır. Onun için miras bir baht dönüşü olmuştur.

Yazar: Kaan Burak ATAY, Dokuz Eylül Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı

Kaynakça:

  • Cengiz Dağcı- Oy, Markus, Oy!- Ötüken Yayınları
  • Aristo-Poetika
  • Jules Payot-İrade Eğitimi-İş Bankası Yayınları
  • Jacques Lacan-Psikanalizin Dört Temel Kavramı

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu