Baba Evi Roman Özeti – Orhan Kemal

Baba Evi Roman Özeti – Orhan Kemal

Baba Evi – Orhan Kemal

Baba Evi, Orhan Kemal‘in 1949 yılında yayınlanan romanı.

Baba Evi, konusu 1934 yılında Adana’da fakir bir işçi mahallesinde geçen, Orhan Kemal’in kendi yaşamından izler de taşıyan romanı.

Kurtuluş Savaşı’na gönüllü olarak katılmış olan hukukçu baba, savaştan sonra iktidarla çatışınca, kalabalık ailesiyle birlikte Beyrut’a kaçmak zorunda kalmıştır. Orada ufak bir lokanta açar ve iki oğluyla birlikte çalışmaya başlar. Ancak işler kötü gider ve aile geçinemez hale gelir; üstelik baba ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Aile çocukların kazandığı üç-beş kuruşla hayatını sürdürmeye çalışırken, babasının baskısından bunalan -aslında çok genç yaştaki- büyük oğul işten atılır, bir türlü yeni iş bulamaz, ailenin yükünü tek başına taşıyan kardeşiyle çatışmaya başlar. Sonunda babasını razı ederek yurda -Adana’ya- geri döner. Hala yoksuldur ama baskıdan kurtulmuş, yaşama sevincini yakalamıştır; arkadaş edinir, futbolda başarı kazanır ve hayatına kızlar girer…

Tıkanmış yaşamlarında bireysel çıkış arayan küçük insanları anlatan “Küçük Adam’ın Romanı” dizisinin birinci kitabı olan ‘Baba Evi’, Orhan Kemal’in yokluk içinde, aile baskısıyla geçen çocukluğunun, ilkgençliğinin öyküsü.

Kitabın Özeti:

Ben doğduğumda babam Çanakkale’deymiş. Savaş ve başka sebeplerden dolayı memleket memleket dolaşıyorduk. Halalarımdan büyük olanı, daha çok seviyordum. Bazen; uzun saçlarını okşuyor, hatta başkalarından kıskanıyordum.
Ermeni veya Rumlardan kalma, eski bir çiftlikte kalıyorduk. Çok büyük bir bahçesi vardı. Bahçenin bir ucunda, küçük eski bir kulübede yaşayan, Pavli dayı adında yaşlı bir adam vardı.

Kardeşim Niyazi ile çiftlikteki hayvanları sık sık eğlencelerimize alet eder , onlara olmayacak eziyetler ederdik.

Çiftlik binasının bir alt evi vardı. Bir gün annem, “Yetiş!” diye bağırdı. Gittiğimde, komşuların alt evini yağmaladıklarını gördüm. Annem; “Yapmayın , etmeyin, beyim duyarsa mahvolurum.” diyordu. Komşular da “Nasıl olsa gavur malı, sayende sahiplenelim, sevaptır.” demişlerdi. Annemin yakarmaları sonucu, yağmalamayı bıraktılar ve aldıkları eşyalarla çekip gittiler.

Annemin korktuğu, bir hafta sonra başına geldi. Gece yarısı şiddetle kapı çalınıyordu. Kapıyı açan annemle babama, kapıdaki adam büyük bir hınçla vuruyor bir yandan da söyleniyordu : “Ne yaptın, ya seni hapse atarlarsa, ya beni de hapse atarlarsa.” diyordu. Annemin elinde tuttuğu lamba yere düşünce, yangın çıktı. Babam, hem yangını söndürmeye çalışıyor, hem de söyleniyordu.

Sabah, annemi boşadı ve dayımın evine gönderdi. İki ay sonra da yeniden nikah kıyıp eve geri getirdi.

Bir gün ansızın, hiç kimseye haber vermeden, ortadan kaybolan babam, uzun bir süre ne aradı ne de sordu bizi. Yine bir gün, babamdan umudu kesmişken, postacı kapıyı çaldı, bir mektup uzattı. Mektupta şunlar yazılıydı: “Derhal evi ve eşyaları satın. Aldığınız parayla, adınıza birer pasaport çıkartın.”

Beyrut’a gitmiştik. Babama Lübnan tebası olmadığı için avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurarak elde ettiği on altın lira ile yüksek bir apartmanın altında küçük bir lokanta açtı.

Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirirdi. Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğunu ve bulaşıkçılığını yapardık.

Bizim lokantanın bitişiğindeki apartmanda, eski paşalardan birinin kızı olduğunu söyleyen, Naciye adında bir kadın yaşıyordu.

Lokanta iflas edince, lokantadaki malzemeleri sattık. Niyazi, işportacılık yapıyordu.
Babamın bir adeti vardı; Cuma günleri hepimizi toplayıp kıra götürmek. Bu huyunu, memleketten beri hiç sevmezdim. Beyrut’ta da öyle. Kırda Adana çiğ köftesi yemek gelenek halini almıştı. Erkekler, ayrı otururlardı. Bu arada babam, bir yolunu bulup bahsi dine getirir, kara kaplı defterini çıkarır, not ettiği ayet ve hadislerden parçalar okur, onları izah ederken heyecanlanırdı. Kalabalığa bazen; hahamlar papazlar, bazen de hocalar karışırdı. Bin şu kadar seneden beri, incelene incelene imanı gevşemiş meseleler, tekrar ele alınır, nefesler tüketilir, saatler geçer, lakin hiçbir sağlam karığa bağlamadan, gün aşar giderdi.

İbrahim Efendi adında bir baba, eski bir matbaada iş buldu bana. Vazifem, kağıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Herkesten evvel işbaşı yapıyor, makinenin bir kenarına ilişiyor, evden getirdiğim esmer somunumu birkaç zeytin ile yiyordum. Sabahları herkesten evvel geldiğim sıralar Elham, Kulhavallahi okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sükutu fevkalade bir ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla bana ters ters bakar, dualarıma falan boş verirdi.

Henüz para almamıştım ama, evdeki itibarım adamakıllı artmıştı. İşten her dönüşümde babam, beni güler yüzle karşılıyor, kız kardeşlerime: “Hey kızlar ne cehennemdesiniz? Abinize su hazırladınız mı? Ayşe, abinin ceketini al, sofrayı hazırla.” diye çıkışıyor, yabancı olduğum bir şefkatle, bana sualler soruyor, sonra uzun uzun düşünüyordu.
Dördüncü haftalığımı alırken, patron her zamankinden daha sert bir şeyler söyledi. Anladım ki işime son veriliyordu. Umurumda bile değildi.

Ahlakımdaki değişmenin, kendim bile farkındaydım. Eve asık yüzle giriyor, kimseyle konuşmuyor, sorarlarsa zoraki cevaplar veriyor, daha çok kendi içimde kendimle konuşuyordum ve bundan da adamakıllı zevk almaya başlamıştım.

İki seneden beri, bir türlü alışamadığım bu yerler, bu gurbet ellerden usanmıştım. Vatanım, burnumda tütüyordu.

Geceleri aynı yatakta yatmamıza rağmen, Niyazi ile hemen hemen hiç konuşmuyorduk. En ufak konulardan bile hır çıkardığım için, hallerimden ürküyordu. Yatakta ona arkamı dönüyor, dalıyordum hayaller alemine.

Hayaller kurduğum geceler, uykum adamakıllı kaçardı. Babamın dışardan gelen kalın öksürüğü, hayallerimi sık sık bozdukça; hırslanır, çoğu sefer ağlardım. Bilirdim ki vatana dönmeme en büyük mani babamdır. Onun yüzünden vatana hiçbir zaman dönemeyeceğimi, gurbet ellerde ölüp gideceğimi, bu yüzden de kıyametin kopacağını sanırdım.

Arada canım isterse, balık tutuyordum. Fakat bunu bile zoraki yapıyordum. Hayat bana çok sıkıcı ve anlamsız geliyordu. Böyle davranarak; ev halkını bıktırmayı, özellikle babamın sabrını taşırmayı hedefliyor, bundan da kendime bile itiraf etmesem de gizli faydalar elde etmeyi umuyordum.

Babam bir söyler, beş söyler. Nihayet bıkar, cehennem olup gitsin bu baş belası derdi.
Ekseri geceler, eski spor dergileri koleksiyonlarını karıştırır, meşhur futbolcuların resimlerine hayran hayran bakar, maçları yeni baştan, yepyeni heyecanlarla okurdum.
Memlekete dönmek için, duyduğum arzu gün geçtikçe şiddetleniyordu. Düşünüyordum ki, ben her şeyden evvel Türk’üm, askerliğim de yaklaşıyor. Konsoloshanemize gidip yardım istesem.

Bir gün kahvaltıda ekmekleri dağıtan babam, benim ekmeğimi bana doğru fırlattı ve çayım devrildi. Devrilen çay, ayaklarımı çok feci yakmıştı. Öfkeyle kalktım, küfürler savurdum, odama gittim ve işime yarayacak şeyleri çantama doldurmaya başladım. Annem geldi: “O senin baban, ne yaparsa yapsın, daima babandır.” dedi. “Babaysa, babalığını yapsın.” dedim. Çantamı gördü. “Ne yapıyorsun?” dedi. “Adana’ya kaçacağım” dedim. “Gitme, harcanırsın, biz bugün varız, yarın yokuz. Sonra, pişman olursun.” dedi. Sinirlerim yatıştığında, hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Bir süre sonra konsoloshaneye gittim.
İki gün sonraydı galiba, bir akşamüstü babam, omuzları çökmüş, geldi. Asık yüzü sinirli haliyle, köşesine, kitaplarının arasına gidip oturdu. Neden sonra yüzüme bakmadan o günden beri ilk defa benimle konuştu:
Konsolosa söylediklerin doğru mu?
Doğru, dedim.
Başka bir şey sormadı.
Babam, ertesi gün akşamüstü, ben orada değilmişim gibi, anneme: “Söyle o oğlana, yarın hareket edecek.” dedi.
Annemle bakıştık. Onun gözleri dolmuştu yine. Bende sevinç kasırgası. Bahçeye fırladım. Orada olsam, sevincimi saklamama imkan yoktu.
Artık herkese acıyordum. Babama bile. Niyazi ile dargın olmamıza rağmen, onu çoktan affetmiştim, kızmıyordum. Hatta onu dövdüğüme pişmandım.
Niyazi boynunu bükmüştü, sanki “Bizi bırakma abi.” demek istiyor, kız kardeşlerim sanki “Sen bizi bırakıp gidiyorsun. Biz de burada ölürüz, ne yapalım.” diyorlarmış gibi geliyordu bana.
Sabahleyin, babamın sarsmasıyla uyandım.
Yola gidecek insan böyle eşekler gibi uyur kalır mı?
Yataktan fırladım. Kardeşlerim de etrafımı aldılar. Babam çok sinirli görünüyordu.
Nihayet bavulum elimde, çıkıyorum. Geride bıraktıklarımın birden bire yükselen ağıtları. Kız kardeşlerim, arkamdan tas tas su döküyorlar.
Tren uzaklaşırken Niyazi mendilini sallıyordu, babamsa arkasını dönmüş, başı eğik.
Trenden iner inmez, memleketimin Haziran güneşiyle ısınmış toprağını öptüm. Sonra elimde bavulum, düştüm yollara.
Bir ay sonra, bir gün babamdan mektup aldım: Annemleri gönderiyormuş!
Mektupta fazla tafsilat yoktu, fakat biliyordum ki, babam, on sekizinde bir erkek çocuğunun kızdan daha kıymetli olduğu kanaatindeydi ve muhakkak ki babam beni seviyordu. Lakin annemler bir türlü gelemediler. Yaz geçti, okullar açıldı. Orta okula yazıldım, yeni baştan. Fakat okulla aramdaki bağlar, öyle kökünden kopmuştu ki.
Vatana döndüğümün haftasında tanıştığım bir muhacir çocuğu vardı, Yorgi. Asıl adı İsmail idi ama, nedense Yorgi diyorlardı ona ve bu isim çok yakışıyordu Yorgi’ye.
Yorgi de tedavisi imkansız bir futbol hastasıydı. Lakin, ne kuvvetli şut atabilir, ne de iyi çalım yapabilirdi. Böyle olduğu halde, onu müthiş seviyorduk.

Yorgi’nin kepekçi dükkanında tanıdığım, yığınla futbol hastasından biri de Hasan Hüseyin’di. İlk zamanlar pek resmiydik, sonra sonra ahbap olduk, daha sonra da dost. Öyle ki evlerine girip çıkmaya başladım. Zaman geldi, onlardan, onların evindekilerden birisi kadar onlardan oldum.

Onlara dair, Hasan Hüseyin’den o kadar çok şey dinlemiştim ki . Sapasağlam babasına rağmen, evin erkeği annesiydi. Dikiş diker, bekar zihni dağıldığından, ayağa kalkıverince gözlerinin kötü kötü karardığından bahsederdi.

Hasan Hüseyin, Yorgi’yi kızdırmak hususunda çok işe yaradığından, onsuz olamazdık. Ne zaman bir maç teklifi alsak, yahut her nereye, maça gitsek, mutlaka Hasan Hüseyin de bizimle gelirdi.

Maçlar yapardık. Gazozuna, ellişer kuruşuna.
Ağustos güneşinin memleketi kasıp kavurduğu, altmış hararet derecesinde, biz top peşinde koşardık. Yanmış, meşine dönmüştük. Sabahlardan akşamlara kadar, bitmek tükenmek bilmez maçlar yapar, haftayı öyle tamamlardık. Öyle ki Yorgi bir gün:
Yahu çocuklar demişti, ay ışığında futbol oynamak, kıyakmı kıyak olacak!
Sahiden de. pırıl pırıl ayın altında, saha gündüz gibiydi. Artık gündüzleri bir türlü tamamlayamadığımız maçlara geceleri de devam etmeye başladık.

Yakın kasaba veya köylere seyahatler de yapıyorduk. Hiçbir zaman her şey hazır olmazdı. Bütün dikkatimize rağmen, mutlaka unutulmuş bir şeyler olurdu ve yirmi altılık Mehmet mutlaka sinirlenir, bağırır, çağırır, kamyona zoraki binerdi.

Kamyon parasını harçlıklarımızdan denkleştirirdik. Olan olmayana borç verir, üstünü ya Yorgi tamamlar ya da Kahveci Ahmet Efendiden borç alınırdı. Gittiğimiz yerde yenmişsek, dönüş bir kat daha neşeli olurdu. Yendiğimiz kulübün çektiği ziyafette, bizi görmeli!..
Bir gün, yakın kasabalardan birisine, bir maç teklifi yapmıştık. Evvelce de sık sık gidip maçlar yaptığımız için, bir mektupla geleceğimizi bildirmek, kafiydi. Yine öyle, teklif mektubu yazıldı postaya atsın diye, Kasafan Cemal’e verildi.

Pazar sabahı yola çıktık. Kasabaya, öğleden az evvel vardık. Kulüp binasının önünde durduk. Fakat hayret! Kulübün büyük, tahta kapısında, kocaman bir kilit. Hemen aklımıza, Kasafan Cemal geldi. Hayret! Kasafan Cemal yoktu. Halbuki sabahleyin bizimle beraberdi.
Kulübün idarecilerine, haberler uçuruldu, geldiler ama, mektubumuzu almamışlar. Esasen, bir maç içinde hazırlıklı değillermiş. İstersek egzersiz mahiyetinde bir maç yapabilirlermiş.

Kamyoncu parasını almıştı, çekti gitti, idareciler çekti gitti.
Ne olacaktı şimdi?.. Aç açına maç mı yapılırdı?
Yorgi’nin yüzonüç kuruşuna, ancak seksen iki kuruş eklenebildi. Hasan Hüseyin gitti, sıcak ekmek, kara zeytin, tahin helvası aldı geldi.
Maçı yaptık. Bir sürü goller attık, alkışlandık, yaşa diye şerefimize bağırdılar. Hepsi bu kadar.

Ver elini tozlu yollar!
Yürüyorduk. Hiç durmadan yürüyebilsek, sabah namazından iki saat sonra memlekete varabilecektik. Bir meşeliğe vardığımız zaman Yorgi, fosforlu saatine baktı:
On biri çeyrek geçiyor! Dedi.
Bodur meşeliğe dağıldık, uykuya daldık. Uyandığımız zaman güneş, yusyuvarlak ve kıpkırmızı bir küre gibi doğuyordu.
Yorgi fosforlu saatini sattı, yolumuzun üstündeki bir inşaat kantininden karınlarımızı doyurduk. Haşlanmış tavuklara dönmüştük. Ta ikindi serinliğinde memlekete girebildik.
Tabi Yorgi, amcasından mükemmel bir dayak yemiş, babaannem beni esaslı bir sorguya çekmişti.
Ve ertesi gün , koskoca gövdesiyle, Kasafan Cemal itiraf etmişti:
Ne yapayım, sıcaktan geberiyordum, dayanamadım!
Mektubu postaya atmamış, pul parasıyla ayran içmiş!
Ey açlık ! Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinden duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!

Ana fikri: İnsanların en büyük sorunlarından biri, belki de en önemlisi açlıktır. Ayrıca açlık, Dünya’da en yaygın olan sorundur. Açlık, özellikle insanları küçükten yakaladığı için, toplumsal yaralara, aile bağlarının kopmasına, eğitimsizliğe, kötü davranışlara sebebiyet vermektedir. Bu yüzden de açlık; kötü alışkanlık ve eğitimsizliğin kaynağıdır. Açlığa karşı tüm insanlar, ellerinden geleni yaparak, bu sorunun halline çalışmalı ve topluma daha iyi, daha eğitimli insanlar kazandırmalıdır.

Romanın mekanı: Olay; Konya’da, Ankara’da ve daha çok da Beyrut ve Adana’da geçmektedir. Mekan olarak ise varoş yerler ağır basmaktadır.

Romanın kahramanları:
Babası: İri yapılı, yakışıklı.
Annesi: Orta boylu.
Pavli Dayı: Kambur.
Kendisi: Uzun boylu ve ince yapılı.

YAZAR HAKKINDA BİLGİ:

Orhan Kemal

Ayrıca bkz. ⇒ Orhan Kemal

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu