Edebiyat Geleneği – Mustafa Miyasoğlu

Edebiyat Geleneği – Mustafa Miyasoğlu

Edebiyat Geleneği

Gelenek konusunda bir zamanlar hayli yoğunlaşan tartışmaları bir yana bırakarak, kavram olarak gelenek sözünden ne anlaşıldığına ve nasıl değerlendirildiğine dikkat edelim. Aktüel tartışmalar, bir yanıyla politik ve dünya görüşlerine bağlı çekişmeler, giderek kavramlara, aslında taşımadıkları olumlu ya da olumsuz anlamlar yükleyerek zihinleri bulandırmaktan, önemli problemleri çıkmaza sokmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Tartışmaya katılan kişi, kimi zaman kendi düşüncelerine karşı görüşleri savunduğunun neden sonra farkına varır. Bu yüzden, gelenek kavramının son yıllardaki tartışmalı ve biraz da bulanık değerlendirmelerden ötede, bizi ilgilendiren yönüyle ele alalım. Böylece daha açık seçik kavramış oluruz.

Gelenek, eski tabiriyle an’ane, bir tarihi ve belli bir kültür birikimi olan toplumlarda söz konusudur. Sınırları az çok belli bir coğrafyada, din, dil ve kader birliği etmiş, yaşadıkları olayların farkına varabilen insan topluluklarının bir gelenek oluşturabildiğini görüyoruz. Gelenek, biraz da kültüre ait bir kavramdır. Bunun maddi kültüre ait unsurları olduğu gibi, manevi kültürü ilgilendiren yönleri de vardır. Sosyal ve siyasi gelenekler yanında, dinle, sanat ve edebiyatla ilgili gelenekler de vardır. Bunların duygu ve düşüncenin şekillenip ortaya çıkmasında etkileri çok önemli olduğu için, üzerinde durulması gerekir. Üzerinde durmadığınız bir şeyin kültürel önemi ve değeri söz konusu bile olamaz.

Gelenekle Görenek Farkı:

Daha çok basit üretim ve tüketim ilişkileriyle varlığını sürdüren topluluklarda görülen ve bir zaman sürdüğüne inanılan davranış bütününe, görenek ve alışkanlık denmesi yanlış değildir. Babadan oğula geçen, saygı ve inançlarla sürdürülen bu davranışların gelenekleşmesi için, mensupları tarafından farkına varılması, benzerlerinden ayırdedilmesi ve bu başkalığın inanç ve kültür temellerinin ortaya konması gerekir. Bu da elbette kültürel bir faaliyettir ve ona inananların benimsemesiyle önem kazanır.

Bu bakımdan geleneği sadece “terâküm etmiş tecrübeler” olarak tanımlamak yanlış değilse bile biraz eksiktir. Geleneğin oluşumundaki sosyal şuuru, hiç değilse şuuraltı kadar hesaba katmak zorundayız. Sosyal şuuru da o toplumun beğendiği, benimsediği olay, tutum ve davranışların değerlendirmesini ortaya koyan eserlerle bunlara alınan tavırlar belirler ve geliştirir.

Gelenekle görenek ve alışkanlık birbirinden farklı olduğu kadar birbirine de bağlı kavramlardır. Bir şeyin gelenek haline gelebilmesi için, daha önce onu görmemiz ve alışmamız gerekir. Sevmenin alışmakla birlikte olduğu söylenir ki, doğrudur. İlk görüşte bizi çarpan şeyi sevmek için onu tekrar tekrar görmek isteğimizi, onu kavramaya çalışmak isteğinden farklı değerlendirmemek gerekir. Sevdiğimiz şeyi tekrar tekrar görmek isteğinin bizi heyecanlandırdığı gibi, belli bir haz da verdiği ortadadır. Fertteki bu psikolojik olgudan topluma yönelerek, geleneği, tarih boyunca toplum tarafından sevilen, benimsenen davranış şekilleri ve ölçüler bütünü olarak da değerlendirebiliriz. Bu bütünlüğün benzerlerinden farkı, her insan topluluğunu diğerinden az çok ayıran dil, tarih ve coğrafya değişikliğine olduğu kadar, belki de ondan fazla din, devlet ve kader birliği düşüncelerine de bağlıdır. O yüzden, geleneği bir kültür olayı olarak değerlendirirken, birinci unsurlar kadar ikinci unsurlar üzerinde de durmak gerekir. Sosyal şuurun, şuuraltına bağlı oluşumunda, ikisinin birbirinden ayrılmaz bütünleyici fonksiyonunu unutmamalıyız.

Geleneği, statik, değişmez bir olgular bütünü olarak görmek de yanlıştır. Belli şartlarda, belli bir tarih biriminde oluşan kültür birikiminin, o toplumun belli dönemine ait zevkleri, değer ölçülerini de ortaya koyması tabiidir. Bundan, geleneğin tutucu bir nitelik taşıdığı sonucu çıkmaz, gelenek dinamik de olabilir.

Toplum değişince geleneklerle göreneklerin de değiştiğini görüyoruz. Nitekim bizde de böyle olmuştur. Göçebe çadır hayatından yerleşik hayata geçince yaşama biçimine bağlı olarak üretim ve tüketim şekliyle birlikte edebiyat anlayışı da değişmiş; Uygurlar önce Budizme, sonra da Müslümanlığa yönelmiştir.

Din değişimiyle birlikte, kopuz çalan ozanların elindeki sözlü edebiyat geleneği saz şairlerinin dilinde âşık tarzı Halk Edebiyatı ve tarikat terbiyesi alanların dilinde de Tekke Edebiyatı oluşturmuştur. Zamanla bu şifahî edebiyat yerini yazılı metinlerle ortaya çıkan Divan Edebiyatı anlayışına bırakmıştır.

Her alanda görülen bu zihniyet değişimi, medeniyet değişimine yol açmış, bu değişimi halk, aydın ve devlet birlikte gerçekleştirmiş; bütünlük daha güçlü bir biçimde ortaya konmuştur. Böylece Karahanlılardan sonra birbirinin devamı olan, Selçuklu ve Osmanlı devlet birlikleri meydana gelmiştir.

İkisi arasındaki Fetret devrinde de pek çok beyliğin benimsediği din ve medeniyet anlayışı, o dönemde varlığını koruyan Medrese ve Tekkelerle varlığını bu topraklarda kökleştirmiştir. O yüzden, bu bütünlüğü gerçekleştiremeden zihniyet ve medeniyet değişimine yönelen Tanzimat sonrası edebiyatımız, sırf yeniliği ve birbirine karşı olmayı moda haline getirmeyi marifet saymıştır. Edebiyat geleneğimizle ilgiyi kesmeyi yeniliğin şartı görmüştür.

Tanzimat nesli ile Servet-i Fünun‘dan sonraki dönemde yetişen aydınların büyük çoğunluğu, yüz yıla yakın bir zamandır, içinden çıktıkları toplumun diline ve problemlerine tamamen yabancı, onun dışında bir zihniyet gerçekleştirmeyi amaç edinen bir eğitim ve öğretimden geliyorlardı. Gençler için örnekler ve ölçüler, hep geleneğimizin dışından alınıyor ve inatla batılıların bizi beğenmesi, yeniliğimizi kabul etmesi bekleniyordu. Bunun sonuçsuz bir çaba olduğu, çıkmazın gülünçlüğü yakın zamana kadar görülmemeye özen gösterildi. Yüz yıla yakın bir zaman buna öylesine alışıldı, o kadar benimsenip yayıldı ki, bu zihniyeti hâlâ kabul etmeyenlerin varlığı şaşırtmamalı bizi.

Her sanat geleneğinin ve medeniyet anlayışının çeşitli duygu ve düşünceleri anlatmak için belli biçimleri, bir takım denemelerden sonra ulaştıkları bazı kalıpları olmuştur. Bugün bütün dünyada klasik olarak bilinen sanat eserlerinin çoğunun belli kalıplara, belli biçimlere az çok uyduğu görülmektedir. Bu yakınlık ister istemez, bunlar arasında bir ilgi kurulmasına, klasik değerlerle geleneksel biçim özelliklerinin birbirinden ayrı düşünülmez hale gelmesine yol açıyor. Bu da kendiliğinden medeniyet anlayışına götürüyor.

Klasikle Geleneksel Olan:

Klâsisizmin Fransa’nın bir edebiyat dönemine ait ölçüler toplamı oluşunu ve Romantizmden farklılığını Andre Gide gibi, “alçak gönüllü bir değerler, faziletler topluluğu” olarak anlar ve klasik oluşu, zorlamasız bir mükemmellikle hiyerarşik biçimde düzene ve ölçüye uygunlukta görürsek, klasikle geleneksel olanın birbirine karıştırılmasının sakıncaları bir ölçüde ortadan kalkar. Böyle olunca, Tanzimatçıların ilk neslini daha çok Romantik anlayışı benimsedikleri için klasik ölçülere de karşı olduklarına hükmederek, Divan edebiyatı ile Klasisizmin ölçüleri arasında bazı yakınlıklar kurduklarını söyleyebiliriz.

Ne var ki, o günlerde de Batı’da da aşılmış bir sanat anlayışı olan Romantizm, bizde «akademik» denilebilecek bir tarzda iki-üç dönem daha sürecek; yeniliği batıcılıkta bulma yanlışlığımız, geleneğiyle olduğu kadar çağıyla da ilgisiz bir çekişmeyle Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelecektir. Cumhuriyet’ten sonra da önceki dönemlere oranla daha başarılı bir benzeme ve benzetme dönemi başlar. Bu noktada, küçük bir yanlışlığı göze alarak, Yahya Kemal‘in şiirde yaptığı şeye batıdaki benzerleri gibi “Neo-klasisizm” denmesini hatırlayıp Divan edebiyatına bizim klasik bir edebiyatımız demek çok da yanlış olmayacaktır.

Klasik kavramına, klasisizm akımı dışında, her zaman değerini koruyan, “akademik kalıplar”da zorlanarak meydana gelmemiş eser olarak ele aldığımızda, geleneksel değerlerin evrensele açık örnekleri halinde, bize o kültürün temel değerlerini ve ölçülerini verecektir. O yüzden gelenek, bir yandan görenek ve alışkanlığa bağlı, onların sosyal şuura katılmasıyla oluşurken, bir yandan da klasik değerlerin, evrensel nitelikteki eserlerin çerçevesini belirleyerek o ölçülerde ortaya çıkmasını sağlar.

Yahya Kemal’in eserlerini ve estetik görüşlerini doğru yorumlayan öğrencisi, şair ve estet bir romancı olan A. H. Tanpınar‘ın ifadesiyle, “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” şeklinde özetlenebilen dinamik gelenek anlayışı son derece önemlidir. Her zaman bazı sosyal ve kültürel temellere bağlı motiflerle oluşan gelenekten faydalanmak isterken, onu oluşturan değerleri gözden uzak tutmamalı. Gelenekten tabii bir şekilde faydalanmak isteğinin kendiliğinden olması, “akademik” denilen belirli kalıplarla zorlamalara düşmemesi ve “turistik ilgiler”e dönüşmemesi için yeterli bir kültürel birikim gerekir. Yoksa ortaya çıkan şeyler, yine eskinin birer taklidi ve orijinaliteden yoksun özentilikler olmaktan kurtulamaz…

Edebiyat Geleneği Üzerine, Mustafa Miyasoğlu, Araştırmacı-Yazar

Mustafa Miyasoğlu Özgeçmiş

Bakınız ⇒ Mustafa Miyasoğlu

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu