Türkiye’de Sinema

Türkiye’de Sinema

Türkiye’de Sinema

Sinema, Türkiye’ye icat edilişinin hemen ardından girdi. 1896-1897’de Lumiere kardeşlerin aktüalite filmleri önce saray halkına, sonra da Beyoğlu’ndaki Sponeck Birahanesi’nde halka gösterildi. 1908’de ise Sigmund Weinberg adlı Romanyalı bir Yahudi, Pathe Freres şirketinin temsilciliğini alarak İstanbul’da Cinema Pathe adındaki ilk sürekli sinema salonunu işletmeye başladı. Bu arada Lumiere’lerin kameramanları Türkiye’ye gelerek İstanbul’da ve ülkenin başka yörelerinde aktüalite filmleri çektiler.

Osmanlı Devleti’nin film yapım çalışmaları ise, Weinberg’in başına getirildiği Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin kurulmasıyla başladı. Fuat Uzkınay, Yeşilköy’de daha önce Rusların yaptırdığı anıtın yıkılışını Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı adlı 150 m’lik filmle belgeledi. Bu film ilk Türk filmi, Uzkınay da ilk Türk sinemacısı sayıldı. Bununla birlikte söz konusu filmin izine sonradan hiçbir yerde rastlanmaması gerçekten çekildiği konusunda kuşkular da yarattı.

Weinberg 1916’da Himmet Ağa’nın İzdivacı adlı ilk konulu filmin çekimlerine başladı. Savaş koşulları nedeniyle bitirilemeyen filmi 1918’de Fuat Uzkınay tamamladı. Bu arada gazeteci Sedat Simavi Pençe (1917) ve Casus’u (1917), tiyatro kökenli Ahmed Fehim Mürebbiye (1919) ve Binnaz (1919) adlı uyarlamaları, Fikret Şadi (Karagözoğlu) ise daha sonra seriyale dönüşecek olan popüler güldürü Bican Efendi Vekilharç’ı (1921) yönetti.

1922’den sonra sinemaya, tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul damgasını vurdu. Ertuğrul’un 1922-1923’te Kemal Film, 192841 arasında da İpek Film için yönettiği yapımlar genellikle filme çekilmiş oyunlar ya da yabancı film uyarlamalarıydı ve koyu bir teatral hava taşıyordu. Bu filmler arasında İstanbul Sokaklarında (1931) adlı ilk sesli Türk filmi de vardı. Ertuğrul 1953’te ilk yerli renkli filmlerden Halıcı Kız’ı da yönetecekti. Kopyası yıllar sonra bulunan Ali İpar’ın Salgın’ı da (1954) ilk renkli Türk filmlerinden sayılır.

1930’lardaki önemli bir gelişme de Mussolini’nin Sansür Yasası’ndan esinlenerek hazırlanan sansür yönetmeliğinin yürürlüğe girmesiydi. Bu katı sansür yüzünden Türk sinemacıları yıllar boyu özgür çalışma ortamı bulamadılar.

1940’ta Faruk Kenç, ardından 1943’te Şadan Kâmil, çektikleri filmlerle tiyatro dışından sinemaya giren yönetmenler oldu. Bu sinemacıların, oldukça basit de olsa filmlerinde sinemasal anlatıma önem vermeleri, Türk sinemasında tiyatroculardan sinemacılara geçiş dönemini başlattı. 1948’de yerli film biletlerinden alınan verginin düşürülmesiyle sinema hem kârlı bir iş alanı haline geldi, hem de izleyici sayısı gittikçe artmaya başladı. Bu durum 1948’den sonra film yapımında önemli bir artışa ve geniş izleyici kitlesinin ilgisini çekecek melodramlar, tarihsel serüvenler ve polisiyeler gibi popüler türlerin oluşmasına yol açtı. Savaş yılları sırasında gösterilen çok sayıdaki Mısır melodramlarıyla Amerikan melodram ve serüven filmleri de böyle bir gelişme için geniş esin kaynağı olmuştu.

Lütfi Ömer Akad’ın Kanun Namına’sı (1952) ve Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün’ün ilk filmleriyle sinemacılar dönemine geçiş başladı. Dönemin ayırıcı özelliği, Fransız ya da ABD filmlerinden esinlenilmiş olsa da, yönetmenlerin filmlerinde uluslararası sinema dili düzeyinde bir anlatım tutturmaya, sinemanın anlatım tekniklerini ve biçimlerini kullanmaya özen göstermeleriydi.

1960’ların düşünsel canlılık ortamında Türk sineması önemli bir atılım gerçekleştirdi. Bir yandan izleyici sayısı yükselir ve her yıl üretilen popüler film sayısı artarken, bir yandan da yaratıcı sinemacılar toplumsal ve çağdaş konularla daha derinden ilgilenmeye ve kendi özgün sinemasal anlatımlarım geliştirmeye başladılar. Sinemanın bir sanat dalı olarak ele alınması ve tartışılması da bu dönemde gelişi. Lütfü Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Ertem Göreç ve Atıf Yılmaz kendi özgün sinemalarını arayan yönetmenler olarak öne çıktılar.

1960’ların ikinci yarısında Metin Erksan ve Halit Refiğ gibi yönetmenler “ulusal sinema” kavramını ortaya atarak tema ve biçim açısından geleneksel kaynaklara dönülmesini savunurken, oyuncu ve yönetmen Yılmaz Güney, yeni gerçekçilikten esinlenmiş destansı bir sinema geliştirdi. Ülke gerçeklerine değinen ve ezilen insanı odak olarak alan Güney, filmleriyle kısa sürede geniş bir ilgi gördü ve 1970’lerin ortalarına değin zor koşullar içinde yönettiği ya da senaryosunu yazdığı filmleriyle Türk sinemasının gelişimine tek başına damgasını vurdu. İlk önemli filmlerini 1970’lerin ikinci yarısında yapan Zeki Ökten, Şerif Gören, Ömer Kavur, Ali Özgentürk, Erden Kıral ve Yavuz Turgul gibi yönetmenler ise ya Güney geleneğini sürdürerek, ya uluslararası sinema alanındaki gelişmelerden esinlenerek ya da kendi özgün üsluplarını arayarak değişik yönlerde ilerlediler.

1970’lerde televizyonun, 1980’lerde de videonun yaygınlaşmasıyla eski izleyicisini büyük ölçüde yitiren Türk sineması ciddi finansman zorluklarıyla karşılaştı. Filmler oldukça küçük bütçelerle yapılırken, gösterilecek salon bulmakta da zorlanıldı. 1990’ların ikinci yarısında ye 2000’lerde Zeki Demirkubuz, Ferzan Özpetek ve Nuri Bilge Ceylan gibi genç yönetmenler ulusal ve uluslararası film festivallerinde büyük başarı kazandı. Son yıllarda büyük bütçeli yapımlar öne çıkmaya başladı.

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu