Samiha Ayverdi Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Samiha Ayverdi Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Samiha Ayverdi (d. 25 Kasım 1905, İstanbul – ö. 22 Mart 1993, İstanbul)

Samiha Ayverdi

Son devir kültür ve edebiyâtımızın temel isimlerinden olan Sâmiha Ayverdi, 25 Kasım 1905 Ramazanı’nın Kadir Gecesi’nde, İstanbul Şehzâdebaşı semtinde doğdu. Annesi Meliha Hanım, babası Piyâde Kaymakamı (Yarbay) İsmâil Hakkı Bey’dir. Kendisi gibi Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuş olan sanat târihçisi ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’den sonra âilenin ikinci ve son çocuğu olarak dünyâya gelir. Baba tarafından şeceresi Ramazan oğullarına kadar uzanır. Girit isyânını bastırmak üzere gönderilen dedesi Zerdebıyık Hasan Bey orada şehit düşer; böylece İsmail Hakkı Bey daha bir yaşına basmadan yetim kalır. Büyüyünce, o da babası gibi askerlik mesleğine intisab ederek Balkan ve Birinci Cihan harplerinde gazi olur.

Anne tarafından soyu, bugün Budin’de medfun olan Bektâşî dervişi Gül Baba’ya dayanır. Gül Baba, aslen Merzifonlu olup on altıncı asırda yaşamış ve Kanûnî’nin Budin fethine iştirak ederek orada şehit düşmüştür. Hâlen türbesi ve tekkesi müze olarak ziyârete açık bulunaktadır. Büyük babası Hilmi Bey’in ağabeyi, İkinci Sultan Abdülhamid’in Meclis-i Mâliye Reisi İbrâhim Efendi’dir ki ileride yazarın İbrâhim Efendi Konağı adlı otobiyografik eserinin kahramanı olacaktır. Sâmiha Ayverdi’nin büyük annesi Hâlet Hanımefendi zamânın kanunları gereğince âilenin maddî mîrâsından payını alamamakla birlikte sosyal seviye, bilgi ve görgü bakımından İstanbul aristokrasisinin en güzîde âilelerinden birine mensup olmak özelliğine sâhiptir. Bu akıllı fikirli kadının, küçük yaştaki torununun karakter gelişiminde tesirinin payı büyük olacaktır. Nitekim Hâlet Hanımefendi’nin dizi dibinde yetişen Ayverdi, muhtelif hâtıralarında da belirttiği gibi gerek âile muhitinde gerek anne annesinin elinden tutarak gittiği akraba, eş dost meclislerinde gördüğü İstanbul medeniyetini en ince çizgilerine kadar büyük bir titizlik ve sadâkatle hâfızasına nakşeder.

Böylece küçük Sâmiha bilhassa babasının ve bütün âilenin sevgi çemberi içinde eski büyük âile tipinin dadılı, halayıklı havasını teneffüs ederek büyür. Babasının kızına karşı duyduğu sevgi öyle derin ve aşırı denecek bir mertebededir ki doğuştan bâzı meziyetleri bünyesinde taşıyan küçük kız zaman zaman odasının bir köşesine çekilerek “Allahım beni şımartma” şeklinde duâ etmek ihtiyâcını duyar. Annesi Meliha Hanım, dillere destan güzellikte, otoriter bir İstanbul hanımefendisidir. Babası ise son derece nekre, neşeli, hayattan kâm almayı bilen bir insandır. Aynı zamanda öyle dürüsttür ki, herkesin bir lokma ekmek bulamadığı zamanlarda son derece suiistimâle müsâit bir mevkide bulunmasına rağmen çoluk çocuğunun kursağından bir lokma haram geçirmez. İşte bu yüzden Sâmiha Ayverdi hayâtı boyunca babasının bu özelliğini de hayırla yâd edecektir.

Ender rastlanacak, Allah vergisi bir hâfızaya sâhip olan yazar çocukluğunu bir buçuk yaşından itibâren hatırlamaktadır. Daha üç dört yaşından îtibâren babasının, evinde tertiplediği selâmlık sohbetlerine katılır, burada Ziyâ Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa ve Ressam Ali Rıza Bey gibi zevâtın konuşmalarını dinleyerek büyür. Bu sohbetler onun, öğrenmeye hevesli tabiatını besler ve kuvvetli hâfızasına yerleşerek eserlerine malzeme kaynağı olur.

1975 yılında Tercüman gazetesinde neşredilen bir ankete verdiği cevapta çocukluk yıllarının, üzerindeki etkisini şöyle anlatır:

Çocukluk hayâtım, dadımın söylediği ninnileri mânâlandırmak endişesiyle başlayan bir düşünce ve tedkik atmosferine sarılı olarak geçmiştir. Yine aynı semtte Kalenderhâne Câmii önündeki meydana bakan büyük amcam İbrâhim Efendi’nin konağındaki hayat, harem sohbetleri, babamın selâmlık sohbetleri hâfızamda derin izler bırakmıştır.

Bir buçuk yaşımdan beri hayâtımı safha safha hatırlarım. Kendime gelmeye başladığım zaman da, dünyânın sırrını düşünmeye başladım. Satıh üstü kıymetlerle aram hiçbir zaman iyi gitmedi. Düşünmek ihtiyâcı en büyük zevk oldu bana…

1905-1993 yılları arasında yaşadığına göre İkinci Sultan Hamid, İkinci Meşrûtiyet, İttihat ve Terakki, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, İstiklâl Savaşı ve Cumhûriyet devirlerini idrak eden yazar henüz üç yaşındayken imparatorluğun çöküş acılarına şâhit olmaya başlar.

Şöyle ki tuhaf bir iç rahatsızlığıyla yatağında doğrulup dışarıdan gelen tatsız gürültülerle uyandığı bir gece, anne ve babasının konuşmaları arasında kulağına çalınan “asmaya götürüyorlar” sözü 31 Mart Vak’ası’nın çocuk zihninde oluşturduğu ilk istifhamlardan biri olur. Küçük Sâmiha daha sonra Sultan Reşad’ın kılıç alayını, Şehzâdebaşı’ndaki bir dükkânın asma katından âilenin bütün çocuklarıyla birlikte seyreder. 1910 yılında ise Çamlıca’da yazlıkta oldukları bir gün, ağabeyi Ekrem Hakkı büyük bir heyecanla İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal ettiğini ve harbin başladığını haber verir. Artık bütün âile, kaygıyla gelişmeleri tâkip etmektedir. Hakkı Bey’in selâmlık sohbetlerinde çizilen tablo hiç de iç açıcı değildir. Burada, devrin modası olan zihniyet gereği Sultan Abdülhamid aleyhinde konuşmalar yapılmaktadır. Fakat küçük Sâmiha, bu meclislerde rûhunu okşamayan bir hava sezmekte, sanki kalbinin sesi ona bâzı ipuçları vermektedir. Gerçi babası, İttihatçı olmadığı gibi Abdülhamid taraftarı da değildir. Üstelik politikayla ilgilenmeyi mizaha yatkın mîzâcına aykırı bulan bir insandır. Halbuki selâmlığa pek uğramayan dayıları farklı olup yazarın deyişiyle âdeta başka bir dünyânın insanları gibidirler. Nitekim 1974 yılında kaleme aldığı ve hayâtını anlatan Bir Dünyâdan Bir Dünyâya adlı eserinde şöyle der:

Görüyordum ki babamın ve aynı fikriyâtı benimsemiş arkadaşlarının dünyâsı, Tanzimat sath-ı mâilinden hızla aşağı kayan, geçtikleri yollar ve yıllar içinde târihî değerler hevenginden millî ve mânevî çizgiler kayıp ede ede, nihâyet Meşrûtiyet denen kaygan ve oturmamış zemine gelip düşmüştü.

(…) İşte bu yol kavşağında, bir kalemde ne selâmlık odasının mantalitesine sırt çevirebiliyor, ne de ana soyumu idâre eden zihniyete, gözü kapalı evet diyebiliyordum.

Semiha ile ikimiz çocuk muyduk büyük mü idik? Bilmiyorduk. Ama hep bu iki dünya görüşü üstünde saatlerce oturup konuşuyorduk. Bocalamamız, bir bakıma çâresizdi. Belki de lâzımdı. Biz de bocalıyorduk işte. Hangi dünyâyı seçecektik? Herhalde karar günü pek yakın sayılamazdı. Her iki taraftan da çok sermâye biriktirmiş, çok mîras yemiştik. Bunların, demlenip durulması lâzımdı. Zorlamaya gelmeyen bir keyfiyet varsa, o da, bir mantık ve muhakeme süzgecinden geçmesi zarûri olan vicdânî ve zihnî kanaatlerdi.

Sâmiha Ayverdi’nin küçük yaşında idrak ettiği hâdiselerden biri de Balkan Savaşı’dır. Rumeli’den dalgalar hâlinde gelen perîşan göçmenler evlerinin pek yakınındaki Şehzâde Câmii’ni ağzına kadar doldurmuştur. Asker baba ise gittiği cepheden iki ay sonra, savaşın bütün fâciasını âdeta üstünde taşıyan bir başka adam olarak döner. Başta Küçük Sâmiha olmak üzere âilenin bütün çocuklarının bugüne kadar büyüklerinden dinledikleri savaş hikâyeleri artık yerini acı gerçeklere bırakmış bulunmaktadır. Öyle ki askerin karargâh olarak kullandığı komşu evde neferlerin sık sık söyledikleri memleket türküleri, yazarın ömür boyu bu yanık havalardan hoşlanmamasına sebep olacaktır.

Fakat bütün bu civcivli günlerde gene de çocukların o mâsum dünyâlarında kendilerince mesut oldukları anlar yok değildir. İşte Sâmiha Ayverdi’nin büyük annesinin kardeşi Cemal Bey’in evi bu güzel zamanların yaşandığı yerlerden biridir. Zîra, Cemal Bey’in kızı Semiha ile aralarında eşine az rastlanır bir dostluk ve muhabbet râbıtası bulunmaktadır. Zamanla görülecektir ki sâdece kan bakımından değil rûhen de akraba olan bu iki çocuğu hayatları boyunca birbirine bağlayan, müstesnâ yaradılışlarından başka bir şey değildir.

Küçük Sâmiha’nın yedi yaşının ikinci büyük hâdisesi, annesinin dadısı onların da bacısı olan Cenâniyâr Kalfa’nın vefâtıdır. Öyle ki bu kadın artık eşine rastlanmayacak bir ferâgat ve fedâkârlıkla hayâtını Meliha Hanım’a hasretmiş ve karşılık olarak da onun mesut olmasından başka bir şey istememiştir. Bu vefat hâdisesi zuhur ettiğinde Ağabey Ekrem on iki yaşındadır ve Vefâ Lisesi’nde okumaktadır. Küçük Sâmiha, bir bahane ile dadısının yanında İbrâhim Efendi Konağı’na gönderilir. Bu, büyük babasının ölümünden sonra karşılaştığı ikinci elim hâdisedir.

Küçük Sâmiha’nın sık sık gittiği İbrâhim Efendi Konağı, çökmekte olan imparatorluğun arzettiği vahim manzaranın âdeta bir küçük nümûnesi, Hâlet Hanım’ın evi ise Müslüman-Türk kültürünün dört dörtlük bir temsilcisi idi. Hâlet Hanım, İbrâhim Efendi’nin çok erken hanımsız kalan konağını dirâyetli yapısıyla kontrolden uzak tutmadığı için Efendi tarafından da saygı ve kabul görmekteydi. Kısacası Sâmiha Ayverdi bu âile çevresi içinde yaşarken İstanbul aristokrasisini yakından tanımış, büyükannesinden eski İstanbul’un kültür ve medeniyet anlayışını almış, babasının selâmlık sohbetlerinde ise târih ve aktüaliteyi öğrenmiştir. Bütün bunlar ileride yazacağı eserlerinin ana malzemesini teşkil edecektir.

Büyük dayısının kızı Semiha ile birlikte Çamlıca’nın henüz bozulmamış tabiî güzelliklerinin atmosferinde geçirdikleri günler, küçük Sâmiha’nın çocukluğunun en tatlı zamanlarıdır. Böylece çocukluk ve gençlik yıllarının yaklaşık yirmi senesinin yaz aylarını Çamlıca’da geçiren yazar bu semtin köşklerini, kasırlarını, sularını, mesîrelerini, esnafını, halkın yaşayışını velhâsıl bütün güzelliklerini, târihini hâfızasına nakşederken, “Bir zamanlar vükelâ, vüzerâ, rical, edip ve şâirler yatağı olan bu sayfiyeyi İstanbul’un en gün görmüş yerlerinden biri” olarak İstanbul’un diğer köşeleri ile birlikte, İstanbul Geceleri ve Boğaziçinde Târih gibi eserlerinde dile getirecek, edebiyâtımızda, Yahyâ Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinâsi Hisar gibi bir “İstanbul yazarı” olarak da tanınacaktır.

On yaşına girdiği günlerde bir başka fâcia Osmanlı’nın kapısını çalar. İttihat ve Terakki idâresinin, baskısını en fazla hissettirdiği bir senenin sonlarına doğru apar topar Birinci Dünya Savaşı’na girilir. Hakkı Bey o günlerde emekliye ayrılmış olduğu halde savaş başlar başlamaz üniformasını tekrar giymeye mecbur edilerek İstanbul içinde levâzım hizmetine verilir. Bu vazîfe Hakkı Bey’in âilesi için asla bir imtiyaz olmaz. Artık şehri açlık ve kıtlık dolu günler beklemektedir. Onlar da herkes gibi süpürge tohumundan ekmek yemekte, ancak büyüme çağında olan evlâtlarını beslemek için gayrı menkullerini satarak gıdâ temini yoluna gitmektedirler.

Sâmiha Ayverdi on iki yaşlarındayken, yetişmesinde büyük payı olan anne annesi Hâlet Hanım’ı kaybeder. O sıralarda Osmanlı Devleti de son günlerini yaşamaktadır.

Beş yaşında mahalle mektebine başlayan Sâmiha Ayverdi 1921 yılında, Süleymâniye İnas Nümune Mektebi’ni bitirir. Daha sonra tahsiline husûsi olarak devam eder. Gerek hocaları gerek âilesi ondaki cevherin farkına vararak işlemek gereğini duyarlar. Yazar bu tahsili sırasında mükemmel Fransızca öğrenir. Öğrenme isteğini besleyen zengin bir kütüphânenin elinin altında oluşu da almaya müsâit karakterinin beslenmesindeki mühim âmillerden biridir. Nitekim, henüz on iki yaşındayken Kısâs-ı Enbiyâ ve Servet-i Fünun ciltleri de dâhil olmak üzere babasının kütüphânesindeki bütün eserleri okur.

On altı yaşında iken bir kaymakamla evlendirilen yazar, rûhen ve fikren anlaşamadığı eşinden Nâdide adında bir kız çocuğu dünyâya getirdikten sonra ayrılır ve evlilik defterini bu suretle kapatır. Hayâtının bu safhasını âdeta yok farz ederek en yakınlarına dahi söz etmeyecek, kendini kızına ve yazmaya adayacaktır. Fakat onun hayâtında esas mühim rol oynayan insan, annesi vâsıtasıyla eşiğinden içeri adım attığı mütefekkir ve mutasavvıf Kenan Büyükaksoy’dur. Dayısı Server Hilmi Bey’in mektep arkadaşı ve yirminci yüzyılın tanınmış eğitimcilerinden olan bu mübârek zat 1867’de Selânik’te doğmuş ve ilk mânevi terbiyesini annesi Hatice Cenan Hanım’dan almıştır. Dokuz yaşındayken Galatasaray Sultânisi’ne girmiş ve mektebi bitirdikten sonra çeşitli şehirlerde maarif müdürlüğü yapmıştır. 1900’de Medine’de inşâ edilmekte olan İdâdi-i Hamidî müdürlüğünde bulunmuş daha sonra çeşitli yüksek okullarda müdürlük ve maarif müfettişliği vazîfelerine getirilmiştir. Bu büyük insanın, Sâmiha Ayverdi’nin hayâtındaki yerini bizzat kendisinden dinleyelim:

Vatan ve îmânı, kılıcın iki yüzü gibi birleştirmiş bir âilenin evlâdı olmakla berâber, dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda atmaya çalıştığım her adımı, hocam Kenan Rifâî’ye borçluyumdur. Bir mânevî murâkabe, derûnî muhasebe ve birlik görüşünden uzaklaştıkça, ulvî duygu ve yapıcı düşüncelerini kaybeder olan cemiyet ve milletlerin yüzlerinin gülmesi için, şahsî ihtiras ve menfaat şâibesiyle kirlenmemiş rehber otoritelere muhtaç bulunduklarına inanıyorum.

Hayâtıma bir çizgi çekerek yekûnunu gözden geçirdiğim zaman, kendi kendisinin emîri olduğu gibi, etrâfındakileri de hayvânî ve nefsânî hırs ve çirkinliklerinden âzâde ederek hürriyete kavuşturma cihâdı içinde olan bir ulunun çömezi olmaklığımdan başka kârım olmadığı gerçeğini görüyorum.

Yazarın, çok sevdiği Semiha Cemal’i erken denebilecek bir yaşta kaybetmesi de hayâtında bir dönüm noktasıdır. Zîra Hocası, “Onun yerine sen yazacaksın” diyerek duyduğu yürek yanığını yazma azmine çevirir. Bu demektir ki gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini dur durak bilmeden yazacaktır. Böylece son günlerine kadar devam edecek çok velûd bir yazı hayâtı, “ağaçta kalmış son yapraklar” diye nitelediği bütün hâtıralarını kaleme aldığı 1993 yılının 22 Mart’ına kadar devam eder.

Otuz iki yaşında iken ilk romanı Aşk Budur (1938) yayınlanır. Daha sonra peşpeşe diğer romanları basılmaya başlar. Hepsi de tasavvuf ve mânevi aşkla yüklü olan bu eserler kısa zamanda dikkatleri üzerine çeker. Daha o senelerde, basının Necip Fazıl, Refii Cevad, Âdile Ayda gibi isimleri, hakkında sitâyişkâr yazılar yazarlar.

1946 yılından sonra tür değiştirerek roman yazmaya son verir. Artık fikrî, içtimâî ve târihî eserlere ağırlık verecek, misyonunu bu sâhada sürdürecektir. Çok sevdiği ağabeyi ve dâvâ arkadaşı Ekrem Hakkı Ayverdi de mîmarlık sâhasında kız kardeşinin edebiyatta üstlendiği vazîfeyi yüklenmiş gözükmektedir. Bu iki müstesnâ kardeş eşine az rastlanır bir muhabbet ve dayanışmayla gayret kemerini kuşanıp ara vermeksizin çalışmalarına bir ömür boyu devam ederler.

1961 yılında dâmâdının çok genç yaşta vefat etmesinden sonra kızına ve iki torununa kol kanat gerer. Artan mesuliyetleri, millî kültür ve mânevî değerler yolundaki hizmetlerini hiçbir zaman engellememiştir. Torunlarının şahsında bütün bir Müslüman-Türk gençliğinin yararlanması için “Çocuk İftarları” fikrinin mîmarı olur ve bu gibi âdetlerimizin ihyâsı, yaşatılması ve yayılması için gayretlerini esirgemez. Memleketimizin milli eğitim ve kültür alanında yaşadığı boşluk ve yapılan hâtâlar, zihnini meşgul eder. Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Dâvâmız adlı kitabı bu konudaki endişe ve düşüncelerinin mahsulüdür.

Önemli bir özelliği de kendisine gelen hiçbir mektubu cevapsız bırakmamış olmasıdır. Çeşitli kuruluş ve şahıslara yazdığı mektuplar ciltler dolduracak büyük bir yekûna ulaşmıştır.

Ayrıca İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul Enstitüsü ve Yahyâ Kemal Enstitüsü’nde faal üyeliklerde bulunmuş, Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin ve Kubbealtı Akademisi’nin kurucu üyesi olarak çalışmış, akademiyi fikir ve yazılarıyla beslemiştir. Bu kuruluşlar bünyesinde faaliyete geçen mûsikî, tezhip ve hat kursları, millî kültür meselelerini bilhassa gençlere aktarmakta büyük vazîfe gören seminerler, anma günleri cemiyetteki büyük bir eksiğin giderilmesine yardımcı olmuştur. Öyle ki buraları Ayverdi kardeşlerin himmetiyle vatan evlâtlarının mânen beslendiği bir ocak hüviyetini kazanır.

İlerleyen yaşına rağmen köşesine çekilmek şöyle dursun aktivitesini artırarak sürdürür. 1980 yılında Libya tarafından İspanya’nın Sevil şehrinde düzenlenen, İslâm Konferansı için hazırlık toplantısına bir tebliğle katılır. 1969-80 yılları arasında muhtelif Avrupa ülkelerine yaptığı seyahatlerde tuttuğu notları, oralara âit intibâları, Yeryüzünde Birkaç Adım adlı eserinin yazılmasına vesîle olur. 1983 yılında rahatsızlanır. 1984 yılında çok sevdiği ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’yi kaybeder. Hastalığı sebebiyle kısıtlanan hareket kabiliyeti sosyal aktivitesini azaltır, ama yazma azmini hiçbir şekilde eksiltmez aksine kamçılar. Belki de o zamâna kadar yazmaya vakit bulamadığı hâtıralarını ve yaşanmış hâdiseleri on sene süren bu devrede durmaksızın yazar. Ayrıca zamânın devlet adamlarına ve mühim simâlarına, ilgili konularda mektuplar kaleme alır. Tâkip etmekten hâlî durmadığı gazete sütunları ve mecmua sayfalarında gözüne ilişen mühim yazıları seçer ve yazarlarını mektuplarıyla taltif etmeyi ihmal etmez. Ahmet Kabaklı bu konuda:

“Sâmiha Hanımefendi kadar titiz bir okuyucu görmedim. O muhakkak ortamızda bir büyük ilham gibidir. Tur’da oturan bir velî gibi sesini bize duyurur. Yazımızda ufak bir meziyet varsa ilkin onun gözü önündedir ve ilkin o bizi bulur ve ilkin o tebrik eder. Maksat teşviktir. Yazılarımızı yâhut faydalı yazıları her güzel yazıyı teksir edip Avrupa’ya yollar, Anadolu’ya yollar, Suriye’ye yollar, Mısır’a yollar.”

demektedir.

Hakkında araştırma yapan edebiyatçılar, eserlerinin 1908’den sonra gelişen Türk edebiyâtının en güzel örnekleri olduğu, Türk dilinin kudretli kalemi olarak eserlerinde imparatorluk dilinin bütün haşmetini ve güzelliğini sergilediği, İstanbul Türkçe’sinin bugüne kadar ulaştığı en mükemmel bir dille yazdığı ve üslûp sâhibi olduğu noktasında birleşirler. Eski Türk terbiyesinin canlı bir örneği, Osmanlı medeniyetinin temsilcisi, Türk-İslam kültürünün mîrasçısı ve Türk tasavvuf edebiyâtının son devir mümessili olduğunu ifâde ederler.

Hakkında basında çıkan yazılarda kendisi için kullanılan sıfatlar, hizmetlerinin bir özeti gibidir: “Mistik bir kadın yazar”, “Sâmiha Ana”, “Vatan Ana”, “Yaman Bir Türk Akıncısı”, “Alperen”, “Millî Hâfıza”, “Millî Vicdan”, Vakıf Ana”, “İstanbul Hanımefendisi”, “Son Osmanlı”…

Onun hayâtı bir edepli aksiyonlar manzûmesidir. Ömrünü, çok sevdiği milletinin kültür ve îmânına hizmetle geçirmiş olması, kadirşinas Türk milleti ve kültür kuruluşları tarafından şükranla karşılanır. Kendisine,

  • 1978’de Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı,
  • 1984’de Millî Kültür Vakfı tarafından Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı,
  • 1985’de Yeryüzünde Birkaç Adım isimli kitabı dolayısıyla, Boğaziçi Yayınları tarafından Boğaziçi Başarı Ödülü,
  • 24 Nisan 1986’da, Türk Edebiyâtı Vakfı tarafından millî sanata hizmetlerinden ötürü plaket,
  • 5 Mart 1988’de yazı hayâtının 50. yılı dolayısıyla Aydınlar Ocağı Genel Merkezi’nde tertiplenen törende plaket,
  • 13 Mayıs 1990’da Âile Araştırmaları Kurumu tarafından şükran beratı,
  • 1992’de Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sâhipleri Meslek Birliği Üstün Hizmet Ödülü,
  • 28 Şubat 1992’de kurucu üyeliğini yaptığı Türk Kadınları Kültür Derneği tarafından plaket verilir.
  • Türk Edebiyâtı Dergisi 1984’de 127. sayısında yer alan Sâmiha Ayverdi özel bölümü,
  • Yazı hayâtının 50. yılı dolayısıyla Kubbealtı Akademi Mecmuası Ekim 1988 özel sayısı neşredilir.

Böylesine dolu geçen seksen yedi senelik bir ömür 1993 Ramazanının 22 Mart’ında gene bir Kadir günü sona erer. Mübârek naaşı bayramın birinci günü Merkez Efendi Kabristanı’nda toprağa verilir.

Ardında kırka yakın eser ve kalabalık bir talebe topluluğu bırakırken tesirleri yalnız Türkiye ile sınırlı kalmamış suya atılan taşın çıkardığı halkalar gibi gittikçe genişleyerek yurtdışına da taşmıştır. Şöyle ki:

Hicretin 1400. senesi dolayısıyla Müslüman devlet reislerine, ilim ve sanat adamlarına yolladıkları mektuplar geniş yankılar uyandırmış, hatta Kölelikten Efendiliğe kitabı Pakistan’da Urduca’ya tercüme edilmiştir.

Hancı ve İstanbul Geceleri, Azerbaycan’da basılmış ve diğer eserleri hakkında yazılar neşredilmiştir.

Almanya’da Zweiburgen Verlag tarafından yayınlanan ve dünyânın en büyük yazarlarının önemli eserlerinin özeti verilen sekiz ciltlik Kindlers Literatur Lexikon’da İstanbul Geceleri ve İbrahim Efendi Konağı’nın özetleri verilmiştir.

Gene Almanya’da ve Almanca olarak Nazlı Kaner tarafından Sâmiha Ayverdi ve Osmanlı Toplumu, Osmanlı İdeolojik Kavramının Sosyolojik Oluşumu Hakkında isimli bir araştırma eseri yayınlanmıştır.

Mısır El Ezher Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde hakkında doktora tezi çalışmaları yapılmıştır.

Amerika’da Shembola yayınları arasında neşredilen Tasavvufun Kadınları (Gizli Bir Hazine) adlı kitabın son bölümü Sâmiha Ayverdi’ye ayrılmıştır.

The Book of Character (Writings on Character and Virtue, From İslamic and other sources – İslâmi ve diğer kaynaklardan karakter ve fazilet hakkında yazılar) Seçim ve editörlüğünü Camile Adams Helminski’nin yazdığı İngilizce kitabın 444-447. sayfaları Sâmiha Ayverdi’ye ayrılmıştır.

İngiltere ve Amerika’da çocuklara evlerde özel eğitim veren Kitap Vakfı adlı müesseseden Kubbealtı Vakfı’na yapılan müracaatla hazırlayacakları ders kitabına konmak üzere Dost kitabından parça alma müsaadesi istenmiş ve gerekli izin verilmiştir.

Semiha Ayverdi’nin Eserleri:

  • Aşk Bu İmiş 1938
  • Batmayan Gün 1939
  • Mâbette Bir Gece 1940
  • Ateş Ağacı 1941
  • Yaşayan Ölü 1942
  • Son Menzil 1943
  • Yolcu Nereye Gidiyorsun 1944
  • Yusufcuk 1946
  • Mesihpaşa İmamı 1948
  • Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık 1951
  • İstanbul Geceleri 1952
  • Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih 1953
  • İbrâhim Efendi Konağı 1964
  • Boğaziçi’nde Târih 1966
  • Misyonerlik Karşısında Türkiye 1969
  • Türk-Rus Münâsebetleri ve Muhârebeleri 1970
  • Bir Dünyâdan Bir Dünyâya 1974
  • Türk Târihinde Osmanlı Asırları 1975
  • Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Dâvâmız 1976
  • Âbide Şahsiyetler 1976
  • Türkiye’nin Ermeni Meselesi 1976
  • Hâtıralarla Başbaşa 1977
  • Kölelikten Efendiliğe 1978 (Arapça ve İngilizce 1979, Urduca 1981)
  • Dost 1980 (İngilizce 1995)
  • Yeryüzünde Birkaç Adım 1984
  • Rahmet Kapısı 1985
  • Mektuplardan Gelen Ses 1985
  • Ne İdik Ne Olduk 1986
  • Hancı 1986
  • Bağ Bozumu 1987
  • Hey Gidi Günler Hey 1988
  • Küplüce’deki Köşk 1989
  • Ah Tuna Vah Tuna 1990
  • Dile Gelen Taş 1999
  • Râtibe 2000
  • İki Âşinâ 2003
  • Ezelî Dostlar 2004
  • Mülâkatlar 2005
  • Dünden Bugüne Ne Kalmıştır 2006

Kaynakça
– İsmet Binark, Sâmiha Ayverdi Bibliyografyası, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1999.
– Kâzım Yetiş, Sâmiha Ayverdi Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993.
– Aysel Yüksel-Zeynep Uluant, Sâmiha Ayverdi, Kültür Bakanlığı Yayınları No 3030, İstanbul 2005.
– Hicran Göze, Mâveradan Gelen Ses, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2005.
– Altan Deliorman, Işıklı Hayatlar, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2004.

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu