Türkçe’nin Sorunlarına Çözüm Önerileri

Türkçe’nin Sorunlarına Çözüm Önerileri

Kültür Bakanlığınca Düzenlenen “Türkçe’nin Dünü, Bugünü, Yarını” Uluslararası Bilgi Şöleni Bağlamında Türkçe’nin Sorunlarına Çözüm Önerileri

Gazeteci Yazar: İffet ASLAN

7-8 Ocak 2002 günlerinde yer alan, “Türkçe’nin Dünü, Bugünü, Yarını”na ilişkin Bilgi Şölenine katılanların büyük çoğunluğu, dilimizin bugün karşı karşıya bulunduğu yabancı dil saldırısının şiddetini ve yol açtığı yıkımı sergileyen bildiriler sunmuştur. Bu katkılar, dilimizin kirletilmesi dolayısı ile kimi aydın çevrelerce duyulan tepkiyi ve dilimizin ne tür yaralar aldığını, ayrıntıları ile belgelediği için çok değerlidir.

Artık Türkçe’yi kemiren dilin yapısını çürüten, ahengini bozan, kısırlaştıran hastalık teşhis edilmiş, yabancı dil kolaycılığının ve özentisinin sebep olduğu çıbanlar, sözcük sözcük, eklem eklem, saptanmıştır. Ayrıca bu çalışma, Türkçe’nin gücüne ve güzelliğine inanan geniş bir aydın kesimin var olduğunu sergilemiştir. Bu kesimi temsil eden katılımcılar dilimizin işlenip geliştirilerek, gerek bilim dili, gerek yazın dili olarak gizli gücünün ortaya çıkarılması gerektiğini de vurgulamıştır.

Öyle ise şimdi sıra, Atatürk’ün 1932’de başlattığı Türkçe’nin, Arapça ve Farsça’nın boyunduruğun arındırılması çalışmalarının ürünü olarak dilimizin eriştiği bugünkü düzeyinin, bu kez batı dillerinin saldırısından korunması için önlem alınmasına gelmiştir.

Kültür Bakanlığının Yayınlar Dairesi Başkanlığınca düzenlenmiş bulunan bilgi şöleninden haberim olsaydı, Türk dili çalışmaları ile önceleri bir devlet memuru, sonra gazeteci-yazar olarak Türkçe’nin sözcük sınırlılığının sıkıntısını çekmiş ve kendi çapında kimi çözüm katkıları olmuş, 1980’den beri de dilimizin geliştirilmesini öngören çeşitli girişimlerde bulunmuş bir vatandaş olarak, bu çalışmaya ben de, (1) Türk çocuklarının doğru ve güzel Türkçe öğrenme haklarının korunması, (2) Türk Dünyası üyeleri arasında ortak iletişim dilinin Türkiye Türkçe’si olması, (3) Türkçe’nin çağımız sözel gereksinimlerinin tümünü karşılayabilmesi için, sözlük dağarcığının zenginleştirilmesi ve (4) yetişen kuşakların mirasçısı oldukları Türk yazının anıtsal yapıtlarından habersiz kalmalarının önlenmesi konularına ilişkin girişimleri derleyen bir bildiri ile katılabilirdim. Bu fırsatı kaçırmış olmama rağmen, düzenlenen etkinliğin, Kültür Bakanlığının dilimize ilişkin güncel sorunlara eylemli olarak sahip çıktığını göstermesinden cesaret alarak, çözüm arayışları sırasında, işe yarayabilecekleri umudu ile, davaya ilişkin düşüncelerimi ve önerilerimi bakanlık çevresine duyurmasının yararlı olabileceği düşüncesi ile Kültür Bakanı Sayın İstemihan Talay’a bildiri niteliğinde bir açık mektup gönderdim. Bakan adına Yayınlar Genel Müdürü Ali Osman Güzel imzası ile aldığım 11.02.2002 tarihli cevap mektubu o kadar yüreklendirici ki, Türkçe’mizin güncel sorunlarına ilişkin önerdiğim çözümleri, önce tartılıp eleştirerek geliştirilmeleri, sonra da uygunluğu saptanacak biçimleriyle gerçekleştirilmelerinin yolu bulunması ümidi ile, hemen kamuoyu ile paylaşmak istedim. Bu fırsatı bana verdiği için, Yeni Avrasya Dergisi yetkililerine ve derginin onursal başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek’e teşekkür ederim.

DİLİMİZİN KİRLENMELERE BUNCA AÇIK OLMASININ NEDENLERİ

Bence, bilgi şöleninin sağladığı en büyük yarar, Türkçe’nin sağlığının korunabilmesi için katılımcıların hemen tümünün eğitim gereği üzerinde birleştiklerinin sergilenmiş olmasıdır. Dilimize ilişkin sorunların, öncelikle, Türkçe dil öğretimi sorununun ele alınması ile çözümlenebileceği kanısına ben de katılmaktayım. Çünkü, yüzeysel bir gözlemleme bile, dilimizin, Atatürk’ün 1932’de, Türk Dil Kurumu’nu kurarak başladığı çalışmalar sonucunda eriştiği bugünkü düzeyinin, yeni saldırılar karşısında korunamamasının, hızla kirlenmeye bu kadar açık olmasının, okullarımızın, gelişmiş kentlerimizdeki iyi okullarımızın bile, bir süreden beri, örneğin, bugün işbaşlarına ulaşmış olanı kuşakların öğrencilik yıllarından beri, Türk dilini gereği gibi öğretebilmekten uzak kalmış olmaları ile ilgili olduğunu göstermektedir. Bu durumun sonucu olarak, Türkiye halkının (büyük çoğunluğunun) ana dili ve devletin resmi dili olan Türkçe’ye yeterince hakim olmayan, kullanabildikleri Türkçe evde ve sokakta öğrenebildikleri düzeyde kalmış kuşaklar ortaya çıkmış bulunmaktadır. Günümüzde bunların okumuşları, çoğunlukla, kendilerini gerek yazılı, gerek sözlü olarak Türkçe ifade ederken, yabandı bir dil öğrendiklerinde belledikleri sözcük, terim ve kavramların Türkçe karşılıklarını anımsayacaklarına ya da arayacaklarına, kolaycılığı yeğleyerek, bir kısmı da düpedüz özentilerini sergileyen züppelik gösterileri olarak, yabancı dildeki deyimi kullanıvermektedir. Eğitimleri çok daha mütevazı olan kitleler ise, genellikle hep okumuşlara öykünmek eğiliminde olduklarından, ortaya atılan sözcüklerin çoğunun Türkçe olup olmadığının bilincinde dahi olmadan, bunları hemen dillerine dolamaktadır. Sonuç, Atatürk’ün başladığı, dilimizin Arapça ve Farsça’nın boyunduruğundan kurtarılması akımının başarısı sayesinde ulaştığı bugünkü düzeyinin de, her gün onlarca televizyon, yüzlerle radyo ve binlerle bilgisayarın İnternet sayfaları ile pompalanan bozuk, yanlış ve çirkin sözde Türkçe’nin baskısı ile, utanç verici bir hızla, yeniden kirlenme sürecine kaymış olmasıdır. Demek ki, Türkçe’nin sağlığının kurtarılabilmesi için, başta okul çağındaki kuşaklar olmak üzere, iletişim aracı olarak Türk dilini kullanmak durumunda olan herkesin, doğru ve güzel Türkçe öğrenebilmesine yarayacak bir yöntemin ivedilikle bulunup uygulanması gerekmektedir.

Aslında, dilimiz ile ilgili sorunlar, yalnız temel Türkçe’nin okul çağındaki kuşaklara gereği gibi öğretilememesinden kaynaklanmakta değildir. İşlenip geliştirilerek gerek bilim dili, gerek yazın dili olarak gizli gücünün ortaya çıkarılması da aynı derecede önemlidir. Türkçe, yapısı olağanüstü güçlü, mantık dokusu çok sağlam, bu yüzden belki dünyamızda bugün yaşayan dillerin hepsinden daha güçlü, ama sözlük haznesi dar kalmış bir dildir. Bunun, başta Türklerin değişik kollarının, değişik zamanlarda, ama hepsinin nerede ise bir sıçrayışta, göçebe boylar yaşamından yerleşik düzey yaşamına geçmiş olmaları ile ilgili olmak üzere, bir çok tarihsel sebepleri vardır. Türk boyları önderlerinin bu süreç sırasında, herhalde yeteneklerini sergileyerek, kendilerini yeni çevrelerine bir an önce kabul ettirmek telaşı ile, yönetim dili olarak bölgeye hakim dili devam ettirmeyi yeğledikleri anlaşılmaktadır. Bu arada karşılaştıkları yenilikleri, kendi halklarına bir an önce yansıtabilmek için olsa gerek, kendi dillerinde ifade edebilmek üzere sözcük türetmek yerine, genellikle, ilişkiye girdikleri toplumların dillerinden sözcük ithal edip kullanarak Türkçe’nin sözcük sınırlılığını aştıkları görülmektedir. Bu uygulamalar, akınlar gerçekleştirerek, anayurtlarının çok ötelerinde devletler kuran, imparatorluklar oluşturan bu boyların, egemen oldukları coğrafyaların halkını sömürme gibi bir niyet veya eğilimlerinin olmadığını, tersine, baştan itibaren, yerleşik halkla kaynaşmaya açık olduklarını da göstermektedir. Bu durumda Türkçe’nin Türk boylarının akınları sonucu ilişkiye girilen kendilerinden önce yerleşik düzene geçmiş olan halkların dillerinden etkilenmemesi söz konusu olamazdı: Nitekim olmamıştır. Ancak bu tavır, Selçuklu Devletlerinde sergilendiği gibi, daha gelişmiş dilin, giderek yönetici sınıfların dili, kentli halkın dili olması, daha az gelişmiş dilin, yaşamlarını kırsalda devam ettiren, yönetilen çoğunluğun dili kalması gibi bir ikilem ortaya çıkarmıştır. Osmanlı Devleti’nin koşullarında, yönetici sınıfların dili olarak Osmanlıca’nın oluşması, eksi değerlerden artı değerlere geçişi belirten ölçülere göre de olsa, devlet katında, devlet kurucularının ana dillerinin ağırlığının artmış olduğunu göstermektedir. Bugünkü Türkiye Türkçe’si, kökleri böylesi eskilere uzanan bir baskıya direnebilmiş olmanın ve Türklüğün son dönemlerdeki büyük evladı Atatürk’ün atılımı ile silkinebilmiş olmanın uyandırdığı hayranlığa ve geleceği ile ilgili olarak verdiği güvene, her bakımdan layıktır. Bu yorumu açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Yaşayan dillerin hepsinin sözcük hazneleri, çevrelerine hakim olan dillerin etkisi ile olduğu kadar, gelişen bilginin ürünlerini adlandırmak için türettikleri sözcükler ile doğal olarak durmadan genişler ve de gelişmektedir: Hatta çeşitlenerek akraba dillerin doğmasına yol açabilmektedir. Dolayısı ile, şimdilerde batı dillerinin etkisi ile Türkçe’ye giren bir çok sözcüğün, daha önce başta Farsça ve Arapça olmak üzere bir çok dillerden girmiş olanlar gibi, kalıcı olacağı kuşkusuzdur. Kirlenme, bu etkinin, ölçüsünün kaçırıldığını tanımlar. Yabancı bir dilin, ülkenin resmi dili kabul edilmesi, bilim ve sanat adamlarının yapıtlarını bu yabancı dilde vermeleri, yabancı dil boyunduruğunu kanıtlar. Önlem alınmaz ise, yapısı ne kadar güçlü olursa olsun, sözcük haznesi sınırlı olan dilin, giderek daha zengin olan dilin boyunduruğu altına kayması durdurulamaz. Türkçe, bu yüzden ortaya Osmanlıca olarak tanımlanan bir dil çıkıncaya kadar, Arapça ve Farsça’nın boyunduruğuna sürüklenmiştir. Türkçe’yi bu boyunduruktan, ancak, Atatürk’ün girişimi ile 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu tarafından yapılan çalışmalarla arındırmak mümkün olmuştur. Ayni yöntem ile Türkçe’mizin, bu kez batı dillerinin saldırısı yüzünden yeniden kirlenmesi de önlenebilir.

Türk Dil Kurumu’nca yapılan Türkçe’yi Farsça ve Arapça’nın boyunduruğundan kurtarma çalışmalarının biri, eski yapıtların taranması ve halk ağzında kalmış sözcüklerin derlenmesi yolu ile unutulmuş sözcüklerin yeniden dile kazandırılması, öteki ise, sözcük türetilmesi yolu ile dilin sözcük haznesinin zenginleştirilmesidir. Bunlar, Türk dilcilerinin aşina olduğu, Türkçe’nin sözcük dağarcığını zenginleştirmek için, yıllarca başarı ile yürütülmüş çalışmalardır. Şimdi, gereken, her iki daldaki çalışmalar canlandırılarak çoktan ele alınmış olması beklenirken, sonraları bu çalışmalar gevşetilmiş olduğu için henüz yapılamamış olan büyük çapta iki yapıtın ortaya çıkarılmasının. Hemen gündeme alınmasıdır. Bu çalışmalar başlatılabilirse, Türkçe’nin güncel sorunlarının çözümüne doğru hızla mesafe de alınabilir.

Bu bağlamda artık vakit geçirmeden gündeme alınması gereken yapıtlardan biri, “TARİH BOYU TÜRKÇE SÖZLÜK” ötekisi ise, “TÜRK DİLİ DAĞARCIĞI”dır. Birincisi, yaşayan Türkçe’nin kendi geçmişinden yararlanılarak sözlük hazinesinin olağanüstü genişlemesini sağlayacak, ikincisi, çağdaş yaşamın gereksinimleri ile ilgili başka dillerde var olan sözcüklere Türkçe karşılıklar türetilmesi ile Türkçe’nin olağanüstü zenginleşmesine yarayacaktır.

Bir de, geniş halk kitlelerinin, ağırlıklarını etkinlikle Türkçe’nin sağlığının korunması çabasına koyabilmeleri için, şu sıralarda hazırlanıp yayınlanmasının yararlı olacağına inandığım bir ürün dizisi var: İçeriğinin, yazın mirasımızın derlenmesi olmasını öngördüğüm bu ürün dizisine “TÜRK YAZININ ANITSAL YAPITLARI” adı verilebilir. Böyle bir diziye ihtiyaç olduğu kanısındayım, çünkü, bugünkü kamuoyunu oluşturan kuşakların büyük kısmının, dillerinin kendilerine nice görkemli bir mirasa sahip çıkma olanağını sağladığının bilincine varamadan, öğrencilik süreçlerini geride bırakmış oldukları anlaşılmaktadır. Kimseden de varlığını bilmediği bir değeri savunmak için uğraşmaya hazır olması beklenemez. Türk dilinin hala kirlenmeye bunca açık olmasının başta gelen sebebi, Türkçe’nin gerek olağanüstü yapısı, gerek sahip olduğu yazının görkemi hakkında, dilimizin günümüz mirasçılarının, çoğunlukla yeterli bilgileri olmamasıdır. Halkın büyük kısmı bu durumdadır. Çünkü özellikle son elli yıl içinde okullarımız, üst üste, bu bilgilerden yoksun kalmış mezunlar vermiştir. Bu, kişi çıkarlarının, toplum değerlerinden üstün tutulması isteği ile başlayan, “işini bilirci” ve “köşe dönmeci” zihniyet ile beslenen ve giderek “2. Cumhuriyetçilerin odaya çıkmasına yol açan akımın bir soncudur. Şimdi, Türkçe’nin yeniden gerileyip kısırlaşması istenmiyor ise, yaratılan boşluğun kapatılması gerekmektedir. Bu zorlu bir iştir. Ama hemen göze alınmalıdır; çünkü, zaman Türkçe’nin aleyhine işlemektedir; oysa, Türkçe yapısı açısından, böyle bir dil olmasaydı icat edilmesi gerekirdi denebilecek güçte bir dildir; sahip olduğu yazın açısından da bugün olduğu gibi, görünüre göre, daha uzun süre insanlığa ışık tutabilecek niteliktedir.

Kanımca, Türkçe’nin korunması işine, başta yetişmekte olan kuşaklar olmak üzere, Türk dili ile iletişim kurmak durumunda olan herkese, temel Türkçe’yi doğru ve güzel kullanmayı öğrenmek fırsatı verilmesi ile başlanmalıdır. “GÖRSEL VE İŞİTSEL YÖNTEM İLE TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAÇLARI” projesi ile öngörülen ders dizilerinin bir an önce hazırlanıp, kullanıma sunulmasının bu amacın gerçekleşmesine büyük katkı sağlayacağı kuşkusuzdur. Bu projenin gerekçeleri ve içeriği hakkında şunlar söylenebilir:

GÖRSEL VE İŞİTSEL YÖNTEM İLE TÜRKÇE ÖĞRETİM ARAÇLARI

Projenin gerekçeleri şöyle özetlenebilir:

(1) Doğru ve güzel Türkçe’nin eğitimi, ana sınıflardan başlayarak 8 yıllık ilköğretim okullarının temel ve öncelikli sorumluluğudur: Ya da olmalıdır. Bu husus, yaygınlıkla algılanıncaya kadar ilgililerce sık sık vurgulanmalıdır. Amaç, eğitiminin bu sürecini tamamlayan her çocuğun, devletin resmi dili Türkçe’yi, yazım ve gramer kurallarına uygun olarak ve en az dört beş bin sözcüğü içeren bir düzeyde, ayrıca da doğru seslendirerek, kullanabilmesi olmalıdır. Türkiye halkı, gelişmekte olan bilgi toplumları çevresinin bir üyesi olacak ise, bunun gerçekleştirilmesi zorunludur. Çünkü, bugünden görüldüğüne göre, temel eğitimleri sırasında, devletin resmi diline bu düzeyde hakim hele gelemeyenlerin, ne bilgi toplumlarının yaygın iletişim aracı bilgisayarları gereği gibi kullanma, ne de yabancı bir dili gereği gibi öğrenme, yeteneğine sahip olmaları söz konusudur. Bu gibiler ancak, geleceğin kölelerine bırakılacak işlere talip olabilir. Ülke çocuklarının hiçbirinin, böyle bir kadere mahkum olmasına razı olamayız. Ne var ki, şu sırada, ülkenin ilköğretim okullarının, devletin resmi diline, öngörülen düzeyde hakim olacak mezunlar vermesine elveren sayıda yetenekli Türkçe öğretmenine sahip olmadığımız da, bir gerçektir. Şu halde öncelikle bu açığı kapatmanın yollan aranmalıdır.

(2) Türkçe öğretiminin acil bir sorun haline gelmiş olan bir alan da, artık küçümsenemeyecek sayılara ulaşmış bulunan gelişmiş yabancı ülkelerde yerleşmiş olan göçmen Türklerin çocukları ile ilgilidir. Bunların, bir yandan anavatanlarından kopmamaları, öte yandan da bulundukları ülkelerdeki fırsatlardan, o ülkedeki yaşıtları ile aynı derecede yararlanabilmeleri isteniyor ise, öncelikle, ana dilleri Türkçe’yi yetkinlikle ve yaygın olarak kullanabilmeleri sağlanmalıdır ki hem Türk kimliklerini kaybetmemeleri hem de yaşadıkları ülkenin dilini gereği gibi öğrenebilme olanağını bulmaları sağlansın. Ne var ki, yetenekli Türkçe öğretmeni sayısı Türkiye’deki ilköğretim okullarının ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğuna göre, bu amacın göçmen Türklerin yoğun olduğu bölgelere yeterli sayıda yetenekli Türkçe öğretmeni gönderilmesi ile karşılanamayacağı ortadadır. Şu halde, Türkiye’deki ilköğretim okullarının Türkçe öğretmeni açığının kapatılması için bulunacak yolun, bu açığın kapatılmasına da yararlı olması amaçlanmalıdır.

(3) On yıldır bir Türk Dünyasının varlığından söz edebiliyoruz. Böyle bir dünyanın varlığının temel kanıtı, üyelerinin dilinin Türkçe olmasıdır. Bize mutluluk veren, Türk Dünyası kavramının vaat ettiklerinin gerçekleşebilmesinin koşullarından biri, belki başta geleni, aramızdaki iletişim dilinin Türkçe olmasıdır. Bu, Türkiye Türkçe’sinin hakkıdır: Çünkü, her şeye rağmen, en gelişmiş Türkçe, Türkiye Türkçe’sidir. Bu görev hızla yerine getirilmez ise Türk Dünyası toplantılarında Rusça’nın iletişim dili olarak devam etmesi önlenemez. Daha kötüsü, Türk Dünyası üyeleri arasında yakınlaşma fırsatı doğduğu sırada iş başında olan kuşaklar, yerlerini şimdilerde yetişmekte olan kuşaklara bıraktığında Rusça’nın yerini, giderek İngilizce’nin alması önlenemez ise, (ki bu dilin asıl sahiplerinin, yerel işbirlikçileri ile birlikte, İngilizce’yi yaygınlaştırmak için, başta Türkiye olmak üzere, tüm Türk Dünyası alanında, büyük gayret içinde oldukları ortadadır) Türk Dünyasının görüntüsü de giderek Hindistan ya da Afrika ülkeleri dünyalarına benzer. Türkiye’nin, öteki Türk devletleri ile yakınlaşma fırsatı doğar doğmaz başlattığı, Dış Türklerin anayurtlarında Türk okulları açılmasına ön ayak olması ve her yıl belirli sayıda Dış Türkler mensubu öğrencilerin Türkiye’nin yüksek öğretim kuruluşlarında öğrenim görmesi uygulamalarını sürdürmekte olması, bu tehlikenin bilincinde olduğunu göstermektedir. Fakat, çok amaçlı ve çok yararlı olan bu girişimlerin ancak zaman içinde Türk dünyasını pekiştirici ürünler vermesi beklenebilir. Bu arada, Dış Türklerden mümkün olduğunca çok sayıda kimsenin Türkiye Türkçe’sini rahatlıkla kullanabilir hale gelebilmesi için, Türkiye’deki, Türkçe öğretmeni açığının kapatılması ve göçmen Türklerin çocuklarının anadillerini gereği gibi öğrenebilmeleri için bulunması öngörülen yolun, bu ihtiyacı da karşılayabilecek nitelikte olması gözetilmelidir.

Bu yol ne olabilir? Benim bu konuya ilişkin düşüncelerim şöyle: Yetişmekte olan kuşakların ilköğretim süreci sırasında doğru ve güzel Türkçe öğrenebilmelerine yetecek sayıda yetenekli Türkçe öğretmenimiz yok ama, üniversitelerimizde Türk diline hakkı ile hakim uzmanlar var. Ayrıca, çoğunu devlet tiyatrolarından tanıdığımız, Türkçe’yi çok güzel seslendiren sanatçılarımız da var. Kimi TRT haber sunucuları da ayni yeteneğe sahip. Önümüzde, bu olanaklardan Türkçe öğretmeni açığının kapatılması için nasıl yararlanılabileceğine ilişkin örnekler de var. Çağımız teknoloji çağı: Pazarlarda batı dillerinin bir çoğunu görsel ve işitsel yöntem ile öğreten video kasetler ve CD’ler bulmak mümkün. Batı ülkelerinin okullarında, çoktandır, dil öğretimi için bu araçlardan yararlanıldığı gibi, bu ülkelerin her birinin yabancı ülkelerdeki kültür merkezlerinde, o ülkelerin halklarına, kendi dillerini bunlardan yararlanarak öğretme çabası içinde oldukları görülüyor.

Ben, Türkçe öğretimi için de bu tür araçlardan yararlanılabileceği, içinde bulunduğumuz zaman darlığı yüzünden Türk dili öğretmeni açığının ancak bu yolla kapatılabileceği kanısındayım. Bu amaçla, kapsadığı sözcük sayısının giderek arttırılması ile kademelendirilecek ve en basitinden başlayarak Türkçe’nin gramer özelliklerinin tümünü kapsayıncaya dek, bütün ifade işlemlerini içerecek, dilin zevkine varılabilmesi için de tanıtılacak sözcüklerin ve açıklanacak gramer ilkelerinin kullanıldığı güzel, yani edebi değeri olan örneklerle süslü ve öğrencinin beceri kazanması için düzenlenecek alıştırmalar ve cevaplandırılması istenecek sorular ile zenginleştirilmiş, ders dizileri hazırlanabilir. Üniversitelerimizdeki Türk dili uzmanları bu metinlerin hazırlanmasının üstesinden kolaylıkla gelir.

Sonra, bu ders metinleri, bir kadın ve bir erkek tarafından seslendirilerek hem dersin dikkat çekiciliği arttırılır, hem de derste kullanılan sözcüklerin doğru söylenişi, telaffuzu ve cümlelerdeki vurguların yeri duyurulur.

Bu ders dizilerinin yükleneceği video kasetler ve CD’ler hazır olduğunda, tüm okullarda, dershanelerde ve kültür merkezlerinde, bu araçlardan uygun olanı, Türkçe derslerine giren öğretmenler tarafından yardımcı araç olarak kullanılabileceği gibi, başta TRT olmak üzere televizyonlarca düzenlenecek ve tekrar tekrar yayınlanabilecek Türkçe öğretim programlarının ve bilgisayarlar için hazırlanacak yazılımların malzemesi sağlanmış olur Bu araçların satışa sunulması ile de, özel Türk ve yabancı Türkçe öğretim kuruluşlarının yanı sıra kendi kendilerine Türkçe öğrenmek ya da Türkçelerini geliştirmek isteyenler de, bu kaynaktan yararlanma olanağını bulur Demek ki, Görsel ve İşitsel Yöntem ile Temel Türkçe Öğretim Araçlarının pazarının dar olması söz konusu değildir.

Türkçe’nin sağlığının korunabilmesi için acil olarak alınması gereken ve kolaylıkla alınabilecek olan önlem, bence budur 1980’den başlayarak bu önerimi “Tarih Boyutu Türkçe Sözlük”e ilişkin önerimle birlikte ilgili kamu çevrelerine kimi zaman yazıyla kimi zaman sözlü olarak duyurmaya çalıştım. 1998’den itibaren de bunlara “Türk Dili Dağarcığı”na ilişkin önerimi ekleyerek bazı üniversitelerin Türkoloji bölümlerinin ve Türk Dili ile ilgili sivil toplum örgütlerinin dikkatlerine sundum. Kiminden yazılı kiminden sözlü olarak ama hemen hepsinden destek aldım. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Başkanı Sayın Suat İlhan’dan aldığım 6 Kasım 1991 tarihli cevabı ve Türk Dil Kurumu Başkanı, Sayın Şükrü Haluk Akalın ile Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Sayın Talat Halman’dan aldığım cevap mektuplarının fotokopilerini Sayın İstemihan Talay’a gönderdiğim yazıya iliştirerek Kültür Bakanlığı’na sundum. Elimde, önerimi ilk kez 1998’de götürdüğüm ve bu güne değin sık sık gündeme getirerek eski ve yeni başkanları ve kimi ileri gelen üyeleri ile irdeleme olanağı bulduğum Dil Derneği’nden yazılı bir cevap yok; çünkü projeyi onlar da olumlu bulmakla birlikte ilgilenebilmeleri için bir koşul olduğunu ileri sürdüler Bu koşulu açıklayan derneğin eski başkanı Sayın Şerafettin Turan’ın sözleri, hala kulaklarımda: “Proje güzel, öngörülen ürünler hedef kitlelerin hepsinin yararlanabileceği biçimde kolaylıkla hazırlanabilir Ama gerçekleşmeleri için, önce ortaya, emek verecek olanlara, ödenmesi gereken para, konmalıdır.” Bu sözler projenin neden hala gerçekleştirilememiş olduğunu da açıklamaktadır.

Oysa ortaya çıkarılması öngörülen ürünün somut ve yaygın bir ihtiyaca cevap vereceği, yukarıda belirtilenlere ek olarak, çalışmalarında Türkçe’yi kullanan veya Türkçe öğretimi ile ilgili olan batıdaki ve doğudaki tüm yabancı kuruluşlarca da ilgi göreceği, satın alınmak isteneceği kuşkusuzdur. Pazarı bunca geniş olan bir ürünün masraflarının kısa zamanda amorti edilip, net kâr sağlar duruma geçeceğinin de hemen görülmesi gerekir. Buna rağmen hala gerçekleştirilememiş olmasının sebebi, sanırım projenin gerçekleştirilmesine uzmanlıkları ile katkıda bulunabilecek çevrelerin desteğini almanın, Sayın Şerafettin Turan’ın parmak bastığı koşulun karşılanması anlamına gelmediğidir.

Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği, “Türkçe’nin Dünü, Bugünü, Yarını” konusundaki bilgi şölenine bu anlattıklarımı içeren bir bildiri ile katılabilmiş olsaydım, önerdiğim proje, belki Türkçe’nin sorunlarının sergilenmesinin yanı sıra, bunlara çözüm bulunması ile de ilgilenenlerin dikkatini çeker de, gerçekleşmesi için benim aşamadığım engelin aşılmasını sağlarlardı diye düşünüyorum. Bildirilerin yayınlanacağı kitapta, Kültür Bakanı Sayın İstemihan Talay’a gönderdiğim bildiri niteliğindeki yazıya yer verilmesine ilişkin beklentim de bununla ilgili.

Bu yayının da böyle bir etkisi olabileceği ümidindeyim. Bu çabaların amacı, kimi sivil toplum örgütlerinin ve özellikle girişimcilerin yanı sıra, halkın doğru ve güzel Türkçe öğrenmesine hizmet ile yükümlü kimi kamu kuruluşlarına bağlı vakıfların, Görsel ve İşitsel Yöntem ile Türkçe Öğretim Araçlarının üretilmesi için, yapılması gereken masrafların sonradan yapılacak satışlarla geri alınacağını, hafta kâr da sağlanacağını görerek üstlenmelerine, ya da bunlar arasında bu amaçla işbirliği yapılmasına yaramasıdır.

Bu umut ile, Türkçe’nin görkemli gizilgücünün ortaya çıkarılmasına yarayacaklarına inandığım, “Tarih Boyu Türkçe Sözlük” ile “Türk Dili Dağarcığı” projelerine ve geniş halk kitlelerinin bunlara sahip çıkmaları beklentileri açısından yararlı olacağını düşündüğüm “Türk Dili Anıtsal Yapıtları” dizisi projesine de burada kısaca değinmek istiyorum.

TARİH BOYU TÜRKÇE SÖZLÜK

Bütün Türk Dünyasının sahip çıkacağı ve çoğu dilcilerinin yapılması gereken araştırmalara katkıda bulunmak isteyecekleri kuşkusuz, “Tarih Boyu Türkçe Sözlüğü”nün hazırlanması büyük bir iştir. (Sayın Şükrü Haluk Akalın’ın başvurumu cevapladığı mektubunda “Tarih Boyu Türkiye Türkçe’si Sözlüğü” ile ilgili çalışmaların devam ettiğini söylüyor. O çalışmayı başlatan rahmetli Cahit Külebi’ye, “Öneri, Türkiye ile sınırlı değildi.” dediğim zaman, “Evet ama tümü, başlamak için çok geniş. Türkiye, tümünün bir parçası; hele bu kısmı tamamlansın, sonra çalışmaları tümünü amaçlayarak sürdürmek kolay” demişti.)

Böyle bir çalışma tüm Türk Dünyası Türkçe’lerinin ortak bir kökten türemiş olduğunu ve ne zaman, nerelerde, ne gibi etkenlerle dallara ayrıldığını, ayrıca hangi yabancı sözcükleri ve ne zaman özümsediğini de ortaya çıkaracağından, hem Türklerin tarihinin aydınlatılmasına katkısı bakımından, hem de Türkiye Türkçe’sinin sözlük dağarcığına zamanla yolda kalmış, unutulmuş, binlerce sözcüğü yeniden kazandıracağından çok önemlidir Ancak, böyle bir yapıtın müşterileri, sadece bilim çevrelerinden ibaret olacağından, getirisi götürüsünü hiçbir zaman karşılamayabilecektir: Dolayısı ile ancak devlet eli ile ortaya çıkarılabilir. Bu işin üstesinden, artık bir devlet kurumu da olan, Atatürk’ün bu tür amaçlar için Türk Tarih Kurumu ile birlikte kurup mirasını da bağışladığı, Türk Dil Kurumu kolaylıkla gelebilir. Tarihine ve diline saygılı bütün toplumlar, böyle bir yapıta sahip olmayı onur borcu bilmiş ve çoğu artık sahip olmuştur. Tüm Türklerin en önemli kültürel mirasları, ortak dilleri, Türkçe’dir. Öyle ki, Türklüğün ruhsatı Türkçe’dir denilebilir. Ayrıca, Türkçe, sonsuza dek geliştirilmeye elverişli olağanüstü yapısına ek, yaşayan dillerin en eskilerinden biridir. Bugünkü kuşakların böyle bir mirasa ve bu mirasın değerini sezip ortaya çıkarılması için kurumlar oluşturan Atatürk’e layık olduğunun kanıtlanabilmesi için, “Tarih Boyu Türkçe Sözlük” çalışmaları daha fazla vakit kaybedilmeden gündeme alınmalıdır.

TÜRK DİLİ DAĞARCIĞI

“Türk Dili Dağarcığı” ile öngörülen, kişiyi, göndermeler yolu ile, sözcüklerin her hal ve anlamının ayrı ayrı, eş ve yakın anlamlarına ulaştıracak bir sözcük türüdür. Hangi konuda olursa olsun, Türkçe yazmak veya konuşma hazırlamak (bu ders de olabilir), isteyenlerin özellikle, ellerinden düşüremeyeceği, İngilizce’nin Thesaurus’una benzer bir yapıtın ortaya çıkarılması öngörülmektedir. Gerçekleştiğinde, her alanın her düzeydeki yazarlarının kullanabilecekleri sözcük sayısı, birdenbire katlanabileceğinden, Türkçe’nin, gençlik aşısı olmuşçasına canlanması beklenebilir.

Dillerin, sözcük türetimi yolu ile zenginleştirilmesine gelince, günümüzde ilerleyen teknik biliminin ortaya çıkardığı yeni ürünlerin ve oluşumların adlandırılması için, tüm gelişmiş diller böyle bir sürecin içinde bulunmaktadır. Öyle ki, Atatürk’ün başlattığı atılım sonucu Türk dilcileri tarafından türetilen sözcüklerin, “uydurma” denilerek küçümsenmesinin ne kadar yanlış olduğu artık kanıtlanmıştır. Türkçe’nin sözcük haznesinin hızla zenginleştirilmesi için, şimdi, Türk Dil Kurumu’ndan beklenen, başta bütün bilim dallarının uzmanları olmak üzere, herkesi, yabancı dillerde öteden beri var olan ve yeni türetilmiş bulunan sözcük, terim ve kavramların kendi dilimize kazandırılması için karşılıklarını türetmeye özendirerek, çalışmalarını kuruluşundaki amaç doğrultusunda canlandırmasıdır. Her alanın uzmanlarının bu çalışmaya katılmaya özendirilmesinin büyük yararı vardır. Çünkü, yabancı bir dilde var olan, belirli bir alana özgü bir sözcük, terim veya kavramın anlamını, ancak o dili iye bilen ve o alanın uzmanı olan bir kimse gereği gibi algılar; ve buradan yola çıkarak Türkçe’yi de iyi biliyor ise, uygun bir Türkçe karşılık önerebilir. Bu yolla kısa süre içinde başka dillerde var olan binlerle sözcük, terim ve kavramlar için önerilecek Türkçe karşılıkların bir elde toplanması mümkündür. Sonra, bunların bir de dil bilimi süzgecinden geçirilerek kamuya önerilmesi öngörülebilir. Bence, bunun en uygun yolu da, “Türk Dili Dağarcığı” adı verilebilecek yapıtın içinde önerilmeleridir. Ancak, sözlüklere alınarak kamuya önerilen sözcükler, kamunun bunları benimseyip kullanması ile can bulur. Bu katkıya da tüm aydınların ve de her gün gazeteler ve televizyonlardan halka seslenenlerin öncülük etmesi beklenir. Böylece, bu kesim, ifade etmek istediklerini dile getirirken, kolay anlaşılmaktan ve kulağa hoş gelen cümleler kurmaktan ödün vermeden, sözlüklere alınarak kamuya önerilen sözcüklerin uygun olanlarını, yani beğendiklerini, seçerek halka önerirken, bu sözcükler bir süzgeçten daha geçirilmiş olacaktır. Halkın, bunları diline dolaması yolu ile de, Türkçe zenginleşecektir. Bilinçli olarak tezgahlanmayanlar dahil, bütün dillerin zenginleşme yolu budur.

Son zamanlara kadar dillerin doğasında böyle bir süreç olduğu, yaygın olarak ya bilinmiyor, ya da göz ardı ediliyordu. Çünkü, bitkilerin tomurcuklanıp filizlenme süresini çıplak gözle izlemek mümkün olmadığı gibi, uzun yüzyıllar, çoğu kimse için, dillerin değişerek geliştiğinin yaşayarak ayırdına varmak söz konusu olamazdı. Çünkü yaşam yavaş gelişiyor, yavaş değişiyordu. Bu yüzden kimi çevreler, Atatürk’ün başlattığı Türkçe’nin hızla arındırılması sürecini yadırgamışlardır. Buna sebep, bu sürecin, özellikle Farsça’da ve Arapça’da var olan kimi sözcük, terim ve kavramlara, “türetme” yolu ile Türkçe karşılıklar bulunmasını öngörmesidir. Ama günümüzde, hızla gelişen teknik bilimin sonucu olarak, tüm diller de, hızla gelişme sürecine girmiştir. Yeni ürünler, yeni fark edilen oluşumlar, yeni kazanımlar, yeni kavranan değerler, bu gelişmelerin başını çekenlerce, kendi değerlendirme ya da hayal güçlerine göre adlandırılarak dile getirilmektedir. (Örneğin açıklandığına göre, bilgisayarlarda yol gösterici, kılavuz, görevini yapan aracın sisteme bağlı olduğu kordon, üreticilerine fareyi çağrıştırdığı için, buna fare adı verilmiştir.) Dolayısı ile teknik biliminin gelişmesi, aynı zamanda bu oluşumun başını çekenlerin dillerini zenginleştiren bir süreçtir. Bu gelişmelerden yararlanabilen tüm öteki toplumlar, ya gelişen teknik bilimlerin ürünleri ile birlikte, üreticilerinin bunlara verdikleri adlan da ithal ederek dillerinin kirlenmesine yol açacaklar, ya da bunlara kendi dilerinde karşılıklar bulup, kendi dillerinin de zenginleşmesini sağlayacaklardır.

Ben, batı ülkelerindeki teknik gelişmelerin tüm öteki ülkeleri böyle bir meydan okuyuşu ile karşı karşıya bıraktığı Türkiye’de anlaşılınca, 1932’de başlayan dilimizin arındırılması ile ilgili atılım yenilenerek, hem 1945-50 arasında ülke çok partili düzene geçmeye hazırlanırken kimi siyasetçilerin oy avlama dürtüsü ile kesintiye uğrattığı o işin tamamlanacağına, hem de Türkçe’nin bu kez batı dilerinin saldırısından korunmasının sağlanacağına inanıyorum. Çalışmalar birbirlerinden kopuk olmakla beraber, bu akımın başladığı da söylenebilir. Fakat, önerilen sözcüklerin halka ulaştırıldığı, hatta ulaştırılması için bir yöntem geliştirildiği söylenemez. Bence, halkın, bu sözcüklere de Türk Dili Dağarcığı içinde erişebilmesinin sağlanması, en iyi yoldur. Çünkü, bu yol, yeni sözcüklerin eş anlamlı ve yakın anlamlı sözcükler ile birlikte görülmesini sağlayacağından, ezberlenmelerini değil, algılanmalarını öne çıkararak, benimsenmelerini kolaylaşacaktır. Bu sebeple de, Türk Dili Dağarcığı adını taşıyacak bir yapıtın hazırlanmasına, bir an önce başlanması çok yararlı olur. Üstelik böyle bir yapıtın, üreticiler açısından çekiciliğini arttırması gereken bir yanı da vardır. Bu içerikte bir yapıt, üreticileri açısından tükenmez niteliğindedir. Adını kullanma ve türünde yapıt yayınlama hakkının elde tutulması koşulu ile, sürdürülecek tarama ve derleme çalışmaları sonucu yeni ele geçirilecek sözcüklerin ve yeni türetilecek sözcüklerin eklenmesi ile sonsuza dek geliştirilebileceği için, sürekli olarak yeni başkalarının bekleneceği kuşkusuzdur. Yani, bu ürünün pazarı hem çok geniş, hem de sonsuzdur. Ortaya çıkması ile Türkçe kısırlıktan kurtulur. Bir daha da kolay kolay kirlenme tehlikesine sürüklenmez.

TÜRK DİLİNİN ANITSAL YAPITLARI

Türkçe’nin günümüzde uğradığı kirlilik boyutunun ardında, kimi aydınlarımızın yabancı dillerin saldırısını umursamaz, hatta körükleyici tavrı bulunduğu görülebilmektedir. Oysa, Türkçe’nin, Atatürk’ün öncülüğünde Arapça ve Farsça’nın boyunduruğundan kısa sürede kurtulup bugünkü düzeyine ulaşabilmesi, o günlerdeki aydın kesimin bu davaya sahip çıkması sonucu olmuştur. O döneme ait yazılı belgeler, Türk Dil Kurumu’nun, Arapça veya Farsça sözcüklerin yerine önerdiği sözcükleri, ister türetilmiş ister tarama veya derleme çalışmaları ile ele geçirilmiş olsunlar, günün bütün önde gelen aydınlarının hemen benimseyip kullanıldıklarını göstermektedir. Ancak, günümüz aydınlarını oluşturan kesimin, hiç değilse önemli bir bölümünün, Türkçe’nin bağımsızlığını koruyarak geliştirilmesi davasına pek duyarlı olduğu söylenemez. Bu durum nasıl izah edilebilir?

Elli yıldır düzenlenen eğitim şuralarında, okullarımızın Cumhuriyetin kuruluşunda saptanmış olan müfredatının hep sulandırılmış olmasının; bu akımdan, Türkçe Tarih ve Türk Yazını derslerinin en fazla zarar görmüş olmasının, bu durum ile bir ilgisi olabilir mi? Hemen hemen ayni süreç içinde yer alan okul dışındaki gelişmeler açısından ise, bu durum, özellikle TRT tekeline son verildikten sonra, toplumun çağdaş yaşamda kendine yer bulabilmesi için “pop” kültürün değerlerini benimsemeye özendirilmiş olmasının, yaşama koşullarının üstesinden gelme yolu olarak da, herkese “işini bilme” kurnazlığı ve “köşe dönme” hırsının aşılanmasına çalışılmış olmasının sonucu olabilir mi? Bu durum, başta aydınlar olmak üzere, halkın bu tür etkenler yüzünden giderek kimlik bunalımına sürüklenmiş olduğunu göstermektedir denebilir mi? Gelecekte, hiç kuşkusuz, Türk toplumunun yirminci yüzyılın ikinci yarısı sona ererken, birinci yarısının sonlarında olduğundan bunca değişik görünüm sergilemesinin sebepleri araştırılacak ve bu gibi soruların üzerinde uzun uzun durulacaktır. Bugün için önemli olan ise, halkın yeniden Türk kimliğine; yani kendi diline ve tarihine sahip çıkma heyecanını yaşayabilmesinin yolunun bulunmasıdır. Bence, “Türk Dilinin Anıtsal Yapıtları” adı altında yayınlanabilecek, bir dizi bu işe yarayabilir. Öngörülen, özgün Türk yazınının değerleri konusunda, halk katında görülen boşluğun doldurulmasıdır. Önerilen, Türk dilinin anlatım gücünün ve ister aruz, ister hece, ister serbest vezinli olsun, dizelerinin müziğe varan sesinin zevkine varılmasını sağlayacak; dilin kullanım incelikleri ve anlatım gücü konularında, örnekleri yolu ile bilgi edinilebilecek ve ötelerden bu yana Türk düşünürlerinin ve yazın sanatçılarının, varoluş, evren, dünya ve yaşama ilişkin görüşlerinin derinliğini; ve enginliğini; sergileyerek, nasip alınmasına yarayacak bir dizi yapıtın yayınlanmasıdır. Bu dizinin, baştan bu yana, Türk yazınını Türklerine ya da dönemlerine göre deneyen ve içeriklerini günümüzde evrensel geçen olan değer ölçütleri ile irdeleyip işleyerek tanıtan yapıtlar olması gerekir.

Türk Yazını, türleri ve dönemleri açısından, şu doğal bölümlere ayrılarak derlenebilir sanırım:

1. Türk Halk Yazını
2. Cumhuriyet Dönemi Türk Yazını
3. Klasik Türk Yazını
4. Türk Boylarının Tarihsel Sözlü ve Yazılı Yazını

Böylesi bir mirasın görkeminin algılanması, sahip çıkılmasına yeter kanısındayım. Ancak, ilgili yapıtların, bugünkü dağınıklığında, bu olası değildir. İşe yaramaları için, derli toplu bir şekilde ve de çağdaş bakış açısı ile irdelenip, tüm edebiyat usta ve bilginlerini tatmin edecek düzeyde değerlendirilerek ve örnekleri ile zenginleştirilerek kamuya sunulmaları gerekmektedir. “Türk Yazının Anıtsal Yapıtları”nın bu koşul titizlikle gözetilerek dört bölümde derlenip hazırlanması halinde, bilim değeri de olan bir dizi elde edileceğinden, her yaştan ve uğraştan okuyucuyu ilgilendireceği kuşkusuzdur. Ayrıca, dört yıla çıkacağı açıklanan liselerde, her bölümün bir yıl olmak üzere ders kitabı olarak okutulması kabul edilirse, hem üreticilerinin masraflarının karşılanacağı güvence altına alınmış olur, hem de gelen kuşakların da, dilleri ile ilgili kültürel miraslarından yoksun bırakılmaları önlenmiş olur. Bu bağlamda, bu yapıtların kimilerinin dili ile ilgili soruna gelince, gereken örneklerin asılları ile birlikte bugünün Türkçe’si ile kaleme alınacaklara yer verilmelidir. Ancak, unutulmamalıdır ki üniversite adaylığını kazanacak kadar eğilim gören gençlerin, örneğin Mehmet Akif’in, Yahya Kemal’in ya da “Nutuk”un dilini kullanmaları beklenemez, ama anlamamaları kabul edilemez. Çünkü, kabul edilmesi kişiliklerini besleyen kültür kaynaklarının sığ kalmasının onaylanması anlamına gelir.

Halkın böyle bir kaynaktan yararlanabilmesi, sadece Türkçe’nin tarihini, Türk yazının boyutlarını ve değerlerini öğrenmesi, dolayısı ile de diline bilinçli olarak sahip çıkabilmesi açısından önemli değildir: Belki daha da önemli olarak, kimliğinin yapı taşlarının bilincine varmasına olacak katkısıdır. Günümüzde, Türk halkının “kimlik bunalımı” içinde oluğuna ilişkin söylentileri duymayan kalmamıştır. O kadar ki, yabancı bir diplomatın merkezine bilgi verirken, “Burada bir ulus yok; sadece Türkçe diye bir dil var.” dediği, basına yansımıştır. Türk halkının bu izlenimi verecek kadar derin bir kimlik bunalımında olduğunun ileri sürülebilmesi, Atatürk ile başlayan çağdaşlaşma hamlesinin hızla başarıya ulaşmasının kimi çevreleri sürüklediği aşın iyimserlikten, veya bu atılıma ayak bağı olabileceği endişesi ile milli kültürün köklerine ilişkin bazı eylem ve uygulamaların bir süre için arka plâna itilmiş olmasının kimi çevrelerde yol açtığı kırgınlıktan, ya da, her iki oluşumu sömürmekten kaçınmayan, zihinleri böl ve yönet ilkesi ile şartlanmış olarak dünyaya açılma geleneğini sürdürmekte olan kimi dış güçlerin, Osmanlı Devleti’nden bu yana Türklere yaklaşımlarının hedeflendiği yıkımdan kaynaklanmakta olabilir mi? Bu çevrelerin bugünkü temsilcilerinin, Türk halkının “Türk” olarak tanınmasını bile unutturmaya çalıştıklarını, bunun yerine ‘Türkiyeli”, hatta ortalığı biraz daha boş bulsalar “Anadolulu” sözcüğünün yerleşmesi için uğraş vermeye hazır olduklarını gören bu halk, kimi zaman tedirgin görünüyorsa, hiç kuşkusuz, bunların hepsini birden göğüslemek durumunda kalmış olmasının, bunda payı vardır. Öte yandan, Türk halkının içinde, zaman zaman, kendilerini yanıtlayamadıkları bir sorular yumağı ile karşı karşıya bulup, derin ve karanlık bir kuyunun içine sürüklenir gibi hissetmekte olanlar da, hiç kuşkusuz vardır. Bu tür duyguların ardında, şu gerçekler olabilir mi?

Türklerin çok özel ve çok ilginç bir tarihleri var. Şöyle ki: Türkler, hem Asyalı, hem Avrupalı. Türkler, ötelerden beri, Afrika’da da var; hele Afrika’nın kuzeyinde hiç kuşkusuz var. Giderek tartışılamayacağı anlaşıldığına göre de, köklerinin bir kolu ile, Amerika’nın ilk insanları arasında da Türkler var. Öyle ki, “Tarihten önce vardık: Tarihten sonra varız.” yolundaki inancımız okul şarkılarımızda yankılanıyor. Ancak bütün bunlar, kamuoyuna, genellikle, kulaktan dolma bilgiler halinde sunuluyor: Bu görkemli tarih mirasını açıklayan özgün yapıtlar ise, henüz elimizde yok. Bu boşluğun doldurulması gerektiğini sezen ve Türk Tarih Kurumu’nu oluşturarak önlemini de alan Atatürk’e rağmen yok. Yeryüzünde, böyle bir tarihi olduğunu ileri sürebilecek başka bir millete de rastlanmıyor. Bu durumda, dış çevrelerce yayınlanan tarih yapıtlarında, Türklere ilişkin kulaktan dolma bilgilerin kanıtını bulmak şöyle dursun, konuyu ele alan ender yapıtlarda, bu inançlarımızın sarsılmasını öngören yorumların yer aldığı görülüyor. Örneğin, Cumhurbaşkanlığımızın forsunun üzerindeki on altı yıldız, bizce, Türklerin kurduğu on altı Türk devletini temsil ediyor; ama batı kaynakları bunların birçoğundan Moğol Devletleri diye söz ediyor. İnsan, neye inanacağını bilmez duruma düşmez mi? Kimi çevrelerin çekemezliklerini tahrik etmemek için Türklerden uzak tarihleri ile ilgilenmemeleri istenebilir mi?

Yine de, dış çevrelerce yapılan birbirinden kopuk tarih çalışmalarının buğulu aralıklarından, çoğu zaman yanar söner halde olsa da, yakalanabilen Türklere ilişkin kimi görüntüler, şu sorulan akla getiriyor Türklerin dünya üzerine böylesi serpilmiş olmaları, bir ırkın bencil sebeplerle yayılmacı içgüdüsünün sonucu olabilir mi? Pek mümkün görünmüyor Türkler arasında ırkçı bir bilinç bugün olmadığı gibi, en eski tarihli Türk topluluklarında da dikkati çekmiyor Tersine, Türk adını taşıyan boylar, çevrelerindeki halklar ile hep kaynaşma, yoğrulma içinde görülüyor. Bu durumda, yayılma ile taşınan, yoğrulma ile kuşaktan kuşağa aktarılan bir mayadan söz etmek mümkün olabilir mi? DNA’lar ile kültür de taşınıyor mu acaba? Belki, gelen kuşaklarca geliştirilecek kültürün, belirli bir içeriğe yatkın olması aktarılıyordur. Dünyanın nerede ise yarısını kapsayan alanda ve binlerce yıl ötelere uzanan zaman dilimlerinde yaşamış ve ardılları hala yaşamakta olan halklar arasındaki, kültür benzerlikleri başka nasıl açıklanabilir? Bunlar, Türk halkının artık bilinçli olarak yanıtlanmasını beklediği soruların bazıları: Uzak tarihi de, daha yakın tarihi de bunca gizem dolu bir geçmiş, bundan böyle bu kadar belirsizlik içinde bırakılamaz. Artık, Türkiye dışında da, çoğu özgürlüklerine kavuşmuş, Türk tarihinin iki yüz, üç yüz milyon mirasçısı daha olduğuna göre, gerekli çalışmaların başlamasının eli kulağındadır. Ama bu konuda öncülük, Türkiye Türklerine düşer. Kimi çevrelerce kimlikleri yıpratılmak, tarihlerinden soyutlanmak istenilen halkların başında Türkiye Türkleri gelmektedir. “Türk Yazının Anıtsal Yapıtları”nın yayınlanması, Türk halkının tarihine bilinçli olarak sahip çıkabilmesi için gerekli çalışmaları ateşleyebilir. Bunun doğrudan ürünü ise, Türkiye halkının kültür mirasının bilincine varması olacaktır.

Başta kaderimizi birleştirmek istediğimiz Avrupa ülkeleri dünyası olmak üzere, tüm gelişmiş ülkelerin aydın çevreleri katında, Türk kültürünün tanınması açısından da, bu iyi bir yatırım olur. Zira bu çevrelerin, kendi “pop” (yani avam anlamında halk) kültürlerinin kötü, hatta olağanüstü başarılı kopyalarının Türkler tarafından sergilenerek özümsenmiş olduğundan gösterilmesi ile değil, eski veya yeni, fakat özgün kültürlerinin tüm ötekilerin kültürlerinden üstün olduğu yargısının verdiği sarhoşluk benzeri doyum ile dünyaya bakmak alışkanlığındandır. Öyle ki pop kültürün başını çeken Amerikalıları bile, bütün varsıllıklarına rağmen, özgün ve üstün bir kültüre sahip olmadıkları, olamayacakları yargısı ile, küçümserler. Amerikalılar da, sergiledikleri değer ölçülerini kendilerini pop kültürüne kaptırasıya taklit eden üçüncü dünya ülkelerini küçümsemektedir.

Bunlar, Türkçe’miz ile ilgili sorunların çağrıştırdığı konular; çözüm arayışlarında dikkate alınması gereken bazı boyutlar: Sorunun temelli üstesinden gelinebilmesi için, sahip olunması gereken bakış açısının kimi ayrıntıları. Kamunun, bütün bunları içiren bir yaklaşımla, çözüm arayışlarına ağırlığını koyması nasıl sağlanabilir? İlgili güncel sorun budur. Bilgi Şöleni gibi düzenlemeler ile yanıt arayışları gündeme getirilebilir. Anlaşıldığı üzere 7-8 Ocak eylemi ile getirilmek istenmiş ve getirilmiştir. Faydalı da olmuştur. Ancak bu gibi fırsatların ağlama duvarına çevrilmesi halinde, aranan bulunamaz. Basının ilgisi sağlanmadıkça da, halkın davaya sahip çıkması beklenemez. Gerek yazılı, gerek görsel basın ve yayın kuruluşlarının davaya sahip çıkması da, birdenbire olmaz. Ama, kamunun dikkatini soruna çekebilmek için, ufak tefek eylemler başlatılabilir sanırım.

Örneğin:

  • “Alışkanlıklarımız” başlığı altında tutum ve uygulamaları ile Türkçe’ye sahip çıkanların,
  • “Kınadıklarımız” başlığı altında, Türkçe’yi kirleten kullanışların,
  • “Önerdiklerimiz” başlığı altına, yabancı sözcüklerin yerine önerilen Türkçe karşılıkların,

yer alacağı listeler hazırlayıp, kendi olanakları ile sürekli olarak, kamunun dikkatini çekmek amacı ile sivil toplum örgütleri ve basın yayın kuruluşları işbirliğine çağırılabilir.

Sözlerimi bitirmeden, Türkçe’ye ilişkin sorunların çözümlenmesinin ilk adımını oluşturması gerektiği kanısında olduğum, “Görsel ve İşitsel Yöntem ile Türkçe Öğretim Araçları” üretilmesi önerisini, ilk benimseyen sivil toplum örgütü olan TÜKSEV, Türk Kültür ve Sanat Vakfına teşekkürlerimi, bir de burada sunmak isterim.

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu