Hatıra (Anı) Örneği – Refik Halit Karay – Üç Nesil, Üç Hayat
Sesli Hatıra (Anı) Örneği
Hatıra (Anı) Örneği – Refik Halit Karay – Üç Nesil, Üç Hayat

ESKİ ZAMANLARDA RAMAZAN HAZIRLIĞI (HATIRA/ANI)
Benim çocukluğumun Ramazanları karakışa rastlamıştı. Onun içindir ki kulağımda kalan ilk davul sesi oldukça kof ve hayli neşesizdir. Zira deri, rutubetten pörsümüş bulunurdu; ayrıca kapalı camlar ve kafesler ardından ses, içeriye boğuklaşarak girerdi.
Fakat annemin kış Ramazanını yazınkilere tercih ettiğini iyice hatırlıyorum. Kışın günler kısadır; insan, bir de bakar, top vakti yaklaşıvermiş. Hâlbuki yazın, hararetten bunalmanızı, dudaklarınızın susuzluktan böcekkabuğu gibi kaskatı kesilmesini bir tarafa bırakınız, bir türlü akşam olmak bilmez ki… Allah iş güç sahibi olanların yardımcısı olsun!
Yaz Ramazanını sevenler de şöyle derlerdi: “Gündüzün zahmet çekilir ama kırda, bahçelerde kurulan sofralarda oruç açmak pek hoştur. İftar masası da çeşit çeşit salatalarla, cacık ve domatesle, şeftaliler, karpuzlar, kavunlarla daha renkli, daha iştah çekici ve keyifli olur!”
Kısmetimde iki mevsim Ramazanı da görmek varmış; hatta işte tekrar kışınkine de giriyorum. Lâkin ikimiz de -Ramazan ve ben- ne kadar değiştik… O Ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanınmaz halde!
***
Berat kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştanbaşa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.
Asıl ehemmiyet verilen yer, mutfak ve kilerdi. “On iki ayın sultanı” unvanıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı; bu ayda, israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul, en nefis yemeklerin her “Merhaba” diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi.
Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki… Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıklığınızı, isminizi ve işinizi sormazdı. Sadece, kapıda duran ağa; kılığınıza, kıyafetinize bakarak, size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada, ya orta sofrada yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında…
Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş, ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç; usulcacık sıvış, git… Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı!
***
Bizim iftarımız da herkese açıktı.
Ramazandan bir iki hafta evvel, babam, bir sabah “evrad’mı okuduktan ve namazını kılıp zikrini bitirdikten, “Sabah şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola!” diye duasını da tamamladıktan sonra başında keten takke, sırtında nafe kürk, burnunda altın gözlük, köşesinde hususi bir ehemmiyetle oturur, evin erkânını nezdine çağırırdı. Önünde hokka, kalem ve elinde bir defter hazır… İçtimadan maksat, Ramazan erzakını tespit etmek, yani listesini yapıp Asmaaltı tüccarlarından yağcı İbrahim Bey’e göndermek…
***
İyi evler mahalle bakkallarından alışveriş etmeyi haysiyete muvafık bulmazlardı. Zaten eski zamanda her semtte bakkaliye mağazaları yoktu; mahalle bakkalları ise her şeyin adîsini, ucuzunu, bayat, bozuk, mahlût, böcekli ve sineklisini satarlardı.
Halleri, vakitleri yerinde olanlar erzakı, karabiberinden pirinç ununa, havyarından maltız sardalyesine, pastırmasından kuru cevizine kadar, mevsimlere göre hep birden, üçer aylık, Asmaaltı’ndan alırlar, yük arabalarıyla getirip kilerlerine doldururlardı. Kaşar peyniri kelleleri, bozulmasın diye pirinç ambarlarında saklanırdı; sabunlar evde kesilir, kurutulurdu. O zamanlarda şekerler kelle, daha doğrusu mahruti şekilde satıldığından yine boy boy, evlerde kırılır, öyle saklanırdı.
Evlerde tel ile sabun kesilişi ve çekiçle şeker kırılışı eğlenceli olduğundan bugünleri kaçırmaz, bilhassa “Giridîzade” sabununun kokusundan çok hoşlanırdım.
Kahveyi tane halinde selamlığa verirlerdi; onu uşaklar, alevli ateşte ve kalın saçtan yapılmış genç hizmetçilerin saçlarına biriken sabun zerrelerini ve yüzlerine toplanan şeker tozlarını seyretmekte, döner tavada kavururlar ve sapının üzerine tespit edilen kocaman değirmende okkalarcasını çekerlerdi. İçine bir şeyler karıştırılmış olmasından korkulduğunda toz kahve alan yok gibiydi; kahveler, benim çocukluğumda, her tarafından dikili, ufacık kazevilerde satılırdı; Mısır pirinçleri de büyüklerinde… Tuz da evlerde dövülür, ince ve beyaz sofra tuzları yalnız Beyoğlu bakkallarında bulunurdu. Bunun içindir ki, bazı konaklarda çifte taşlı ve ortası oluklu tuz değirmenlerine de rast gelmek mümkündü.
***
İşte, büyük konaklarda Şaban ayının son haftaları, bütün bu hazırlıkların ikmali için telaşla, alışverişle geçerdi.
Üç tarafı ambarlı büyük kilerin tavanına kancalı büyük çiviler kakılmıştı; bu çivilerden de uçları kancalı demirler sarkardı: Hem hava alması, hem de fare dokunmaması icap eden öteberiyi asmak için… Bu kilere pek girmezdim; benim zevkimi okşayan orta kattaki ince kilerdi. Raflarına reçel kavanozlarının dizildiği, çömleklerin boy boy sıralandığı bu ferah, havadar yerde henüz teneke dediğimiz ve bu gün en fazla kullandığımız madeni kaba yer verilmemişti. Nevale, ya toprak, ya cam yahut fıçı ve kutu gibi tahta kaplarda saklanırdı. Meraklıları, taze yaprak örtülü teneke kutudan satın aldıkları havyarı da hemen çömleğe naklederlerdi. Haklı idiler; zira teneke her şeye, hatta kuru olanlara bile o acayip çeşnisini, kokusunu sindiren bir madendir. Tenekecilerin kızgın havayı nişadıra sürtüştürdükleri zaman duyduğumuz hem buruşturucu, hem tuzlu kokunun bir derece hafiflemişi, fakat daha yavanlaşmışı…
Ramazandan evvel listesi yapılan bir de reçel ve şurup çeşidi vardı. Yazın, ev hanımlarının itina ile kaynattıkları reçellerle şurupların kıymet bilip bilmedikleri malum olmayan kimselere -harran gürra- yedirilip içirilmesine kıyılmadığından, yine en meşhur dükkândan alınmak şartıyla, bunlar hariçten tedarik olunurdu.
Ben, yeşilimtırak kabuğu içinden yine yeşilce eti ve beyazımsı çekirdeği sezilen hünnap reçelini tercih ederdim; frenküzümü ile çilek de hoşuma giderdi. Ayrıca Bursa’dan salep reçeli de getirttirirdik. Evet… Salebin de, dörder köşe kesilmiş tanelerden reçeli yapılırdı, ama nasıl? Ve şimdi, hâlâ var mıdır, bilmiyorum, tuhafıma giden reçellerden biri de zencefil reçeliydi. Galiba, artık onu da bulmak zor… Hoş, pek de özge bir şey değildi.
Bizim evde şurup sevilmezdi; kuvveti, güç olmakla beraber, şerbete, yani kaynamamış meyve suyuna ve şekerine nane sürtüştürülmüş limonataya verirdik. Turşulardan da makbul tutulanı dolmalık kırmızıbiberdi; ama içi rendelenmiş lahana ve kerevizle doldurulmuş olanı… Kızıl derisine bıçağı vurdunuz mu tabağınızda bir bahçe açılırdı. O, daima hazır duran nefis bir salata hazinesiydi!
***
Görüyorsunuz ki, bahis gittikçe yemeğe dökülüyor. Şayet Ramazan yemeklerini saymaya, hatırlatmaya ve bilmeyenlere tarife kalkışsam dört sayfalık harp devri gazetesinin yarısını bu işe hasretmekliğim lazım gelir. Hatta mübalağa olmasın ama yalnız pastırmalı yumurtanın nasıl hazırlandığına ve piştikten sonra tepsisinin mükellef tasvirine koca bir sütun ayırabilirim. Ahh, bizdeki yemek kitapları! Her muharririn, roman gibi, içtimai tetkik veya felsefi etüt gibi bir gayesi vardır; can atıp da bir türlü başaramadığı sevgili gayesi… Benimki de -söylemesi belki ayıp- bir yemek kitabıdır.
Bir yemek kitabı ki, asırlarca sofralarımızda saltanat sürmüş ve bizi hayatın dört tadından en mühimine kandırmış olan haşmetli yemeklerimizin bir “Şehname’sini teşkil etsin!
Refik Halit Karay – Üç Nesil, Üç Hayat
Sözlükçe:
- baru: Hisar burcu.
- ehemmiyet: Önem.
- erkân: metinde ev halkı.
- erzak: Uzun süre saklanabilen yiyeceklerin genel adı.
- evrâd: Tasavvufta Allah’a yakınlaşmak için belirli bir zamanda ve miktarda yapılan ibadet, dua ve zikri ifade eder.
- felsefi etüt: Felsefi bir konu veya problem üzerine derinlemesine ve eleştirel bir şekilde düşünme ve inceleme sürecidir. Bu süreçte, ilgili metinler okunur, kavramlar analiz edilir, argümanlar değerlendirilir ve kendi düşünceleri ve görüşleri geliştirilir.
- hariçten: Dışarıdan.
- harran gürra: Genellikle “gürültü, telaş, karışıklık, düzensizlik” gibi anlamlarda kullanılan bir deyimdir.
- hasretmek: Bir şeyin tümünü bir kimseye ya da bir şeye ayırmak, vermek.
- haşmetli: Görkemli.
- içtima: Toplanma, toplantı.
- içtimai: Toplumsal.
- ikmal: Bitirmek.
- imarethane: Yoksullara ve öğrencilere yemek dağıtmak için kurulmuş hayır kurumu.
- kazevi: Zembilin daha kalitesiz veya adî olanına verilen bir isim olarak da tanımlanabilir. Zembil ise genellikle hafif, iki kulplu ve kulpları sazdan örülmüş olan bir sepet türüdür.
- kof: İçi boş.
- mahlût: İçine bir şey karıştırılmış olan, katışık.
- mahruti: “koni şeklinde olan” veya “konik” anlamına gelir.
- maltız sardalya: Sardalyanın irisi olan, tirsi balığına verilen bir isimdir.
- muharrir: Yazar.
- muvafık bulmak: Uygun görmek.
- mükellef tasvir: Genellikle “yükümlü (mükellef) olan kişi veya şeyin tasviri” anlamına gelir. Yani, belirli bir sorumluluğu, görevi veya yükümlülüğü olan bir bireyin veya bir şeyin ayrıntılı olarak betimlenmesi veya anlatılmasıdır.
- nâfe: Derisinden kürk yapılan hayvan postlarının karın altına gelen tarafı ve postun bu kısmından yapılmış kürk: “Tilki nâfesi.”
- nevale: Harçlık, yolluk, azık.
- nezd: Yanına (çağırmak)
- nişadır: Nişadır, Amonyum Klorür (NH4Cl) olarak bilinen, beyaz kristal bir tuzdur.
- okka: Eskiden kullanılan, 1283 gramlık bir ağırlık ölçüsü birimi.
- tedarik etmek: Araştırıp bulmak, elde etmek, sağlamak.
- tetkik: İnceleme.
Metnin seslendirilmiş hâli: