Tarihsel Roman Kavramı

Tarihsel Roman Kavramı ve 1950 Sonrası Türk Edebiyatında Tarihsel Roman

Tarihsel Roman Kavramı

TARİH VE TARİHSEL ROMAN KAVRAMI

İçerik:

  • TARİH VE TARİHSEL ROMAN KAVRAMI
  • TÜRK EDEBİYATINDA TARİHSEL ROMAN
  • 1920-1960 Arası
  • 1960 Sonrası
  • TÜRK ROMANINDA TÜRK TARİHİNİN ÇEŞİTLİ EVRELERİ
  • Safiye Erol-Ciğerdelen
  • Kemal Tahir-Devlet Ana
  • YAKIN TARİHİN TÜRK ROMANINA YANSIMASI
  • Nahit Sırrı Örik-Abdülhamit Düşerken
  • Tarık Buğra-Küçük Ağa
  • Attilâ İlhan-Dersaadet’te Sabah Ezanları

Edward Hallett Carr, “tarih nedir?” sorusunu şöyle cevaplandırır: “Tarihçi ile olguları arasmda kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasmda bitmez bir diyalog” (1994: 37). Tarih bilimcisi de geçmişin kaydedilmeye değer yönlerini ortaya koyar ve insanları geçmişlerini tammaları yönünde bilgilendirir.

Tarihsel gerçeklik önce tarihçinin, yani tarihsel olayları kaydeden kişinin değerlendirmesinden geçer. İnsanlar, tarihsel gerçeklikleri, olayları kaydeden tarihçinin yorumlarına, dünya görüşüne göre izlemek durumundadırlar. Yani tarihsel olayların yorumu bir bakıma sübjektif bir karakter taşır,

İlk elde erozyona uğrayan tarih, tarihî roman aşamasmda kurgu denilen ikinci bir değişime girer. Roman yazarı ise tarihçinin malzemesini alır, muhayyilesinde yoğurarak, bilinmeyenler üzerine bir kurgu oluşturarak, tarih malzemesini yeniden insanların dikkatlerine sunar. Yazar, tarihsel gerçekliğin üzerine, tarihsel olmayan kurguya dayalı insan faktörünü ve onun yine tarihe konu olmayacak insan çevresiniyerleştirerek eserini meydana getirir (Bakınız, Çelik, 2007).

Collingwood’a göre, her insanın eylemi tarihe konu olmaz. Tarihçiler de böyle düşünürler: “Ne ki, kendilerine tarihsel insan eylemleri ile tarihsel olmayan insan eylemleri arasında nasıl ayırım yapılacağı sorulduğunda, ne diyeceklerini şaşırırlar. Biz şimdiki bakış açımızla biryanıt önerebiliriz: insanın yapıp ettikleri, onun hayvansal doğası, güdüleri ve arzuları denebilecek şeyler belirlendiği sürece, tarihsel değildir; bu etkinlikler süreci doğal bir süreçtir. Bunun için, tarihçi, insanların yiyip içmesiyle, uyumasıyla, sevişmesiyle ve böylece doğal arzularını doyurmasıyla ilgilenmez; bu arzuların gelenek ve ahlâkça onaylayacak biçimde doyum bulduğu bir çerçeve olarak, düşünceleriyle yarattıkları toplumsal adetlerleilgilenir.” (1996: 259).

Tarihî roman yazarı ise tarihsel olmayan insan eylemlerini hayal dünyasmda canlandırır. İşin insanî boyutunu kendince ortaya çıkarmaya çalışır, Tarihî romancı ile tarihçi arasmda yorum ve değerlendirme bakımmdan az da olsa bir benzerlik söz konusudur. Tarihin yorumlanmasma dair çıkan kitaplarda tarihçi ile tarihî roman yazanlar arasmda şksiyon bakımmdan da benzerlik vardır. Tarihçinin, tarihsel gerçeklikleri yeniden yorumlamasmda, kendi dünya görüşü ve hayatı algılama tarzı etkili olur. İlhan Tekeli, tarihçinin görevini şöyle açıklar: “Tarih ancak bugünden geçmişe gidilerek bir bütün olarak kavranabilir ve tarihçinin yaklaşımı da bugünden geçmişe giderek tarihi anlamak olmalıdır.” (1998: 39). Tarihî roman yazarımn durumu daha farklıdır. O, tarihçinin sunduğu malzemeyi, duyduklarından ve efsanelerden elde ettiği bilgiyi hayal dünyasında yoğurur, tarihî malzemeyi insana ait duygularla, yaşama tarzıyla şekillendirerek karşımıza çıkarır, Tarih, tarihî belgelerin yorumlanması ve yapılan araştırmaların artmasıyla sürekli olarak tamamlanmaktadır. O halde tarihin sürekli olarak kendini yenilemesi de kaçınılmazdır.

İlk belgelerden hareketle oluşturulmuş tarih, bulunan yeni belgeler ve getirilen yeni yorumlarla sürekli değiştirilir ve zenginleştirilir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, tarihsel gerçeklikle, tarihi olayları hareket noktası alan romanlarda tarihin yeniden yorumlanması söz konusudur. Romanda daha fazla olmak kaydıyla ikisinde de şksiyon vardır. Fakat tarih, gerçek olmak iddiasındadır. Roman ise, yalnızca yazarının tarihi kurgulaması sonucunda tarihçinin sunduğu malzemeden hareketle kendi gerçeklerini sezdirmek maksadıyla kaleme alınmıştır, Edebiyat da, tarihî roman bağlamında tarihle ilişki içerisindedir. İlk tarihî roman örneğini Walter Scott’un kaleme aldığı kabul edilir. Scott, İskoç halkma ait efsane ve halk hikâyelerini toplayarak kendi tarih bilgisiyle yoğurarak roman haline getirmiştir.

İlk tarihî roman örneği sayılan Waverley’de (1814) Walter Scott, gerçek bir olayın içersine şctifyapıda. bir metin yerleştirmiştir. Romanın konusu, İskoçya tarihindeki 1745 Jakoben Ayaklanması’dır. Bu romanda şctif ya.pi, tarih ve eğitim iç içedir.

Tarihî roman yaşandığı kabul edilen olaylarla, yazarın kurgu dünyasının birleşimi sonucunda meydana gelir. Roman mı, tarih mi olduğu hakkında çeşitli düşünceler ileri sürülen tarihî romanın estetik boyutu da tartışmalıdır. Tarih ilminin ışığında aydınlatılmış bir geçmiş ele alınır. Bu sebeple edebî eserin şctif yapısı ile tarihsel gerçeklik iç içe girmiş durumdadır.Bütün bu gelişmelere rağmen, tarihin konusu veya hareket noktası, romanla karşılaştırıldığında sınırlıdır. Roman savaş, siyaset ve ekonomik hayata, okuyucuyu sıkmamak açısından, fazla girmese de; insana ve tabiata ait her şeyi herhangi bir sınırlama olmaksızın kurguya dayandırarak anlatabilir.

Tarih şuuru veya tarihsel olan şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıyı sağlar. Tarihî roman yazarı da, modern edebiyat kuramları içersinde, en az iki zamana yönelik, veya değişik zaman süreçleri içersinde bir ilişki kurgulayarak romanını oluşturur. Bu, tarih veya tarihî roman yazıcılığında temel kural niteliğindedir, Romanın içersinde hissedilse de, hissedilmese de, yazma zamanı ile vak’a zamanı arasında, anlatımdan veya kullanılan dilden kaynaklanan uzaklık bulunur.

Romandaki anlatıcımn bazen o zaman dilimiyle bütünleştiği de görülür. Bu, başarılı bir anlatım tekniğidir. Farklı anlatım tekniklerini deneyenler de vardır. Postmodern anlatım tarzını deneyen Nedim Gürsel’in Boğazkesen/Fatih’in Romanı’nda bugün ve geçmiş iki çizgi halinde birlikte sunulmuştur. Burada anlatıcı durumundaki “ben”, 12 Eylül 1980 sonrasmda Boğaziçi’ndeki terkedilmiş bir yalıda oturmakta ve Fatih dönemi ile İstanbul’un fethini anlatan bir roman kaleme almaktadır. Binalar ve tarihsel mekânlar “ben”i tarihin içine sürüklemektedir (Gürsel, 1997: 7475).

Boğazkesen/Fatih’in Romanı’ndaki bu anlatıma karşm Kemal Tahir’in Devlet Ana, Yorgun Savaşçi; Tarık Buğra’mn Osmancık, Küçük Ağa; Halide Edip’in Ateşten Gömlek, Ahmet Hamdi Tanpmar’m Sahnenin Dışmdakiler gibi romanlarında, bugünün varlığı, yazarın biyografik bilgisi, eserdeki dil özellikleri ve zamana dayalı anlatım özellikleri dışında fazlaca hissedilmez.

Romancınm tarihsel bilgiyi yorumlamasmda hiçbir sınır yoktur. Konu aldığı zamana ait sıradan bir insanın yaşadığı devri değerlendirmesini sunabileceği gibi, savaşlarm ve siyasî olaylarm görüntüsünü de nakledebilir. Hatta tarihsel gerçekliği istediği tarzda değiştirebilir. Buna “counterfactual” denilmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun Söğüt dışma hiç çıkamaması, Osmanlı’nın Viyana’yı fethetmesi gibi. Fakat böyle bir durum hemen okuyucunun tepkisiyle karşılaşır veya alay konusu olur. Hiç denenmemiş olmasma karşm, farklı bir yorum ve tarz olduğu da tartışmasızdır, Tarihî roman, tarihin yeniden yansıması değildir. Belki geçmişi, şksiyon bakımmdan yeniden yorumlama endişesidir.

Hülya Argunşah, tarihçi ile roman yazarı arasmdaki farklılığı şöyle açıklar: “Roman, kurmaca esasına dayalı bir edebî türdür. Yaratıcılık konusunda sanatın birkolu olan edebiyatın bütününde olduğugibi romanda dayaratma veyeniden inşa sayesinde mevcut malzeme değişerek yeniden kurgulanır. Sanatçının kültürü dünya görüşü ve psikolojisinin yönlendirmeleriyle şekillenerek yeni bir bütün halini alır. Halbuki tarih, şahsiliği temel bir özellik hatta ayrıcalık olarak kabul eden sanatın aksine tarafsızhk ilkesine bağlı kalmak zorundadır. Sebepleri ve sonuçlarıyla açıklanabilir olmalıdır. Tarihçi, ideolojisi ve eğitimi gibi sebeplerle ne kadar yorum hakkına sahipse de bu yorumları kabul edilebilir, geçerli belgelerle ispat etmek zorundadır. Belgeler üzerinde gerçek dışı yorumlar yapmak hakkına sahip değildir. Kendini fantezilerine kaptırmak hürriyeti ise hiç yoktur. Buna karşılık edebi eserin burada romanın temeli, yazarının yaratma kabiliyeti ve eserini işleyiş tarzıdır. Tarihî roman yazarı ise daha önce tarihçinin tespit ettiği hadiseyi bu özellikleri üzerinden yeniden işler/kurar. Ancak onun, bilimsel sonuçlara ve verilere bağlı kalma zorunluluğu yoktur. Buna karşılık o tarihi yorumlamak, canlandırmak hatta tarihin açıklayamadığı ya da sorumluluk alanı içerisinde olmayan bir takım boşlukları da hayal gücünün aracılığıyla doldurmak durumundadır.” (Argunşah, 2006: 411).

Romancının tarihsel bilgiye yaklaşımı nasıldır?

Tarih, belgelerin ve daha önce yazılmış tarihlerin ışığmda, günün getirdiklerinin de hesaba katılarak yorumlanması sonucunda ortaya çıkar. Roman ise, tarihsel gerçekliğin romancımn muhayyilesinde yeniden, herhangi bir kurala bağlı kalmaksızm, tarihsel önem göz önünde tutulmaksızm kurgulanması sonucunda oluşur. Bu itibarla, birinde öğretme veya bilgi verme, diğerinde itibarî bir dünyamn yansıtılması söz konusudur. İkisi de aynı dönemi konu alsa bile (Çelik, 2007).

Tarihî romanda her insan tipi romanm kahramanı olabilir. Tarih metinlerinde durum böyle değildir. Romanlarda bilginin sunulma tarzı, kahramanlarm kendi aralarındaki insanî ilişkiler çevresindedir. Romancılar, tarihsel gerçeklik içerisinde yer almayan kahramanları yaratma hakkma da sahiptirler. Romanlarda dilin kullanımı da tarih metinlerine göre, farklılık gösterir. Kahramanlar bazen konu almdıkları dönemi hatırlatan bir anlatımla, bazen de günümüze has bir anlatım tekniğiyle romanda konuşturulurlar.

Tarih gerçeği söylemekle görevli bir disiplin roman ise edebi bir tür ve sanat eseridir. dolaysıyla gerçeği yansıtmak zorunda olan tarihten farklı bir misyon yüklenir. Tarih yazıcısmdan farklı olarak tarihçinin ortaya sunduğu malzemeleri estetik düşünceden ve hayal dünyasımn imbiğinden geçirerek ortaya koyar.
Tarihî roman, geçmişi şksiyon bakımından yeniden yorumlama endişesidir. Ahmet Mithat, tarihsel romanın ilk örneklerini vermiştir. NamıkKemal ise, tarihin ilk defa bilinçli olarak işlendiği Cezmi romanın yazarıdır.

TÜRK EDEBİYATINDA TARİHSEL ROMAN 1920-1960 Arası

Tarihsel roman alanında ilk örnekleri Ahmet Mithat verir. Onun Yeniçeriler, Hasan Mellah Yahut Sır İçinde Esrar adlı eserleri ile, Musullu Süleyman, Ahmet Metin ve Şirzâd romanları konu ve kahramanları bakımmdan bu türün ilk örnekleri olarak gösterilir.

Namık Kemal’in Cezmi (1880) romanı, tarihi bilinçli olarak işleyen ilk tarihî romammızdır. Namık Kemal, Cezmi’nin şahsmda, 16.yy.’da Osmanlıİran-Kırım ilişkilerini, bir aşkkıskançlık olayı çevresinde anlatmaya çalışmıştır. Oğlunu tablolaştırmış, kendine göre Türk değerlerini betimlemiştir. Daha sonraki dönemlerde Türk milletinin altm harşerle yazılı tarihini özellikle gençlere anlatmak, Türk milletinin değerlerini nakletmek amacıyla Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Ömer Seyfettin konusunu tarihten alan eserler kaleme almışlardır.

1920-1960 dönemi Türk romamnda tarih konusunu işleyen romanların büyük bir çoğunluğu popüler nitelikteki halk romanlarıdır. Cumhuriyete kadar neşredilen tarihî romanlarda yazarlar, genellikle geçmişin şanlı devrelerine giderek hem millî uyanışı gerçekleştirmeye, hem de mensubu olduğu topluma tarih bilinci aşılamaya çalışmışlar, onlarm yıkılan manevîyatlarmı ve cesaretlerini sağlamlaştırmaya gayret etmişlerdir.

Cumhuriyet yıllarına geldiğimizde temelde pek farklı bir durum söz konusu değildir. Ulusal tarih bilincinin uyandığı bu dönemde Türkçülüğün kökenlerine, Türk tarihine karşı duyulan ilgi daha da artar. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi yapılanmalar yeni bir anlayışm kurulup geliştirilmesinde rol alıp elde edilen sonuçlar, şiir, tiyatro, roman gibi edebî türler aracılığıyla verilmeye çalışılır (Taştan, 2000).

Tarihsel romanlar, genellikle tezli eserlerdir. Bir tez çevresinde gelişirler ve okuyucuya yol gösterirler. Oysa bizdeki tarihsel roman yazarları, biraz da sahip oldukları siyasal görüşlerinin etkisiyle, eserlerini belli bir teze dayandırmak yerine, gerilim ya da kriz niteliği taşıyan olaylara yönelmişlerdir (Gündüz, 2006).

Tarihsel roman yazarları çoğunlukla şimdiye egemen olan şartları vurgulamak ya da siyasal görüşlerini desteklemek amacıyla tarihi, kurmaca dünyamn merkezine yerleştirirler. Bu yüzden klasik kurgulu tarihsel romanlar, sade ve sürükleyici üsluplarıyla rahat okuyucu bulmalarına karşılık, belli bir tarih tezine dayanmadıkları için tarih ve sosyoloji için bir belge niteliği taşımaları dışmda roman türüne fazla bir katkı sağlamazlar (Gündüz, 2006).

Bu yıllarda, popüler tarih romanları, çokça ilgi görmüş, geniş halk kitleleri tarafmdan fazlaca benimsenmiştir. Popüler tarih romanları, tarih bilgisinin yanı sıra, aşk, serüven ve macera gibi unsurları roman kurgusuna katarak, estetik ve sanat kaygılarını ikinci plâna itmiş olsa bile, okurda tarih bilgisinin sevdirilmesi ve tarih bilincinin oluşturulması aşamasmda çok önemli rol oynamıştır. Popüler tarih romanları, İslâmiyet öncesi Türk tarihi, Türkİslâm tarihi, Osmanlı tarihi, Türkler ve ilişkide bulunduğu ülkeler (Bizans, Çin, İran vb), padişahlar, harem ve kadm sultanlar, Türk tarihinin önemli zaferleri ve savaşları, Kurtuluş Savaşı, I. Dünya ve Çanakkale Savaşı gibi Türk tarihinin hemen her dönemini, yazarların dünya görüşleri ve birikimleri doğrultusunda konu olarak işlemişlerdir (YalçmÇelik, 2006).

Abdullah Ziya Kozanoğlu, Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), Turhan Tan, Vâlâ Nurettin, Fazlı Necip, İskender Fahrettin, Peyami Safa, Sami Karayel, Hayrettin Ziya, Kemalettin şükrü, Enver Behnan şapolyo, Kadircan Kaşı, Ziya şakir, Reşat Ekrem, IlgazVahap Nevruzhan, Saşye Erol, Nihal Atsız, Feridun Fazıl Tülbentçi, Zuhuri Danışman, Ratip Tahir, Turhan Tan, Reşat Ekrem Koçu, Murat Sertoğlu, Ragıp Şevki Yeşim, Feridun Fazıl Tülbentçi bu dönemin önemli popüler tarihsel roman yazarlarıdır. Cumhuriyet devri tarihî roman yazarları, tarihî romanı ve Osmanlı dönemlerini veya diğer bazı dönemleri seçerlerken kişisel tercihlerinin yanında, devirlerindeki bazı yöntem ve uygulamalardan, devrin hâkim tarihî anlayışmdan etkilenmişlerdir.

1960 Sonrası

1960 sonrasında da tarihsel romanın varlığı daha çok popüler tarih romanları çevresinde yürür. Bu dönemin tarihsel romanlarıyla en etkin ismi şüphesiz Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur.(Kilit1971, Anahtar1973, Kapı1973, Konak1974, Çatı1974, ÜçlerYedüerKırklar1975, Bu Ath Geçide Gider1977, Karanhkta Mum Işığî1978, Darağacı1979, Sabır1980, Ebem Kuşağı1989, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu1980, Gece Vaktinde Gündönümüİstanbul’un Fethi1980; Geçitteki Ülke1980. Ve Çanakkale/Geldiler1989, Ve Çanakkale/Gördüler1989, Ve Çanakkale/Döndüler1989/TYB

1980 Yılın Romanı Ödülü, Kutsal Mahpus1990 Sabır Ağacı1992, BenimAdım Yunus Emre1994). Sepetçioğlu, eser listesinden de görülebileceği gibi, Türk tarihinin başlangıcından 20. yüzyılm başma kadar gelen süreci bir görev bilinciyle romanlaştırmıştır. Sepetçioğlu tarihsel romanlarında sadece tarihsel süreci aktarmaz, o sürecin özellikle manevi değerlerinin şekillenme macerasmı işler. Bu Atlı Geçide Gider romamnda Yıldırım Beyazıt dönemindeki Osmanlı toplumunun bağlandığı manevi değerler, Somuncu Baba’nın etrafmda şekillenen eğitim ve bilime verilen değer vurgulamr, Bekir Büyükarkm, Oğuz Özdeş, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Yılmaz Boyunağa, Suzan Sözen, Zuhuri Danışman, Murat Sertoğlu; bu dönemin popüler tarihsel roman türünü sürdüren yazarlarıdır. Adı geçen yazarların eserlerinde Osmanlı tarihinin kahramanlıkları, görkemi dikkatlere sunulur.

Tarihsel romanın etkin bir tarzda ortaya çıkışı 1980 sonrası dönemdir. 1980 sonrasmda yalnız yakm dönem değil, Türk ve Dünya tarihinin en bilinmeyen dönemlerine kadar gidilir.

1980 sonrası kuşaktan türe birer ikişer eserle katılan Gürsel Korat (Zaman Yeli/1994), felseş derinliği olan romanlarıyla İhsan Oktay Anar (Puslu Kıtalar Atlası/1995, Kitabü’l Hiyel/1996, Efrasiyab’ın Hikâyeleri/1998), tarih ve fantezinin karışımı roman yazan Elif şafak (Pinhan), Handan Öztürk (Yalnız Bebekler/1996),

İstanbul’un fethini konu alan tek romanında hem Doğu’yu hem de Batı’yı Marksist bir dikkatle eleştiren Nedim Gürsel (BoğazkesenFatih’in Romanv/1995), Haldun Çubukçu (Yıldızsayan/1996), konusunu XVII. yüzyılda Osmanlı saraymda yaşanan olaylardan alan Zülfü Livaneli (Engereğin Gözündeki Kamaşma/1996), mitolojik unsurları ve halk öykülerini folklorik malzeme ile zenginleştirerek roman formu içinde okura sunan Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana/1998), geleneksel anlatı formlarım romana uyarlayan Nazan Bekiroğlu (Yusuf İle Züleyha/2000, îsimle Ateş Arasında/2002),

İskender Pala (Babil’de Ölüm îstanbul’da Aşk/2003), Sadık Yalsızuçanlar (Gezgin/2004) (Gündüz, 2006). Bu romancıların eserlerinde hem anlatım tekniği bakımmdan farklılıklar, hem de tarihe bakış açısmda ilgi çekici yorumlar bulunmaktadır.

Türk edebiyatmda tarihsel roman, bir anlatım aracı olarak, çok farklı noktalarda gelişimini sürdürür. Osman Gündüz, bu dönemdeki tarihsel romanları, özellikleriyle şöyle sıralar (Gündüz, 2006):

Murat Erman’m gizemli ve ütopik karakterli romanı Beyazateş Adası’m (1998), Ümit Kıvanç’m ironik bir üslupla rejimi eleştirdiği Gaib Romans’ını (1992), Ahmet Sipahioğlu’nun aynı bakış açısıyla yazdığı 1929 (1997) romanlarım, Ahmet Yurdakul’un geleneksel tarihi roman algısıyla yazdığı Kahramanlar Ölmeli (1987), Yorgun Çamlar (1989) ile Erol Toy’un Yitik Ülkü IIIIII ve Toprak Acıkınca/1968 romanlarıni; Şemsettin Ünlü’nün OsmanlıRus savaşınm öncesini ve sonrasım anlattığı Yukarışehir ve devamı niteliğindeki Toprak Kurşun Geçirmez ile II. Meşrutiyet sonrası siyasal ortamı işlediği Yüz Uzun Yıl romanlarmi; Sevinç Çokum’un Bizim Diyar (1978), Hilal Görününce (1984) ve Ağustos Başağı (1989) romanlarını, Emine Işmsu’nun Ak Topraklar (1976) ve Cumhuriyet Türküsü romanlarıni; Mehmet Niyazi Özdemir’in Ölüm Daha Güzeldi (1982) ve belgeselromam Çanakkale Mahşeri’ni (1998); Çanakkale savaşlarma evrensel bir bakışla yaklaşan Serpil Ural’m Şafakta Yanan Mumlar (1998) romanım, Selma Fmdıklı’nm anıroman türündeki 93 Savaşları sırasmda yaşanan göçü ve Erzincan’da başlayıp beş büyük kentte devam eden olayları anlattığı Nereye Yüreğim? (1994), Gözüm Yaşı Tuna Selidir şimdi (1997), Saray Meydanında Son Gece (1999), Gecenin Yalnızhğında (2002) romanlarıni; yakm dönem sosyal ve siyasal olaylarını yeniden sorgulayan Durali Yılmaz’m Aziz Soş1976, Fetva Yokuşu1978, Çilekeş Müslümanlar1982, Ölmeden Ölenler1988, Yesevî Irmakları1995, Çerağ Uyanmak mı? Hacı Bektaş GüvercinBabalar şahin2002 adlı romanlarıni; Derman Bayladı’mn III. Selim ‘in Romanı, Nağmeler Tahtım Olsaydı (1999) romanlarıni; Emre Kongar’m Hocaefendi’nin Sandukası’m (1989); Ahmet Altan’m Yalnızhğın Özel Tarihi (1991), Kılıç Yarası Gibi (1998) tezli eserlerini; Gürsel Korat’m Anadoluyu resmi tarihin dışmda kavrama çabasınm bir ürünü olan Zaman Yeli (1994) ve Güvercine Ağıt (1999) romanlarmi; Haldun Çubukçu’nun marksist tarih görüşüne göre yazdığı Yıldızsayan’mı, Hıfzı Topuz’un konusunu büyük annesinin yaşam öyküsünden aldığı Meyyale (1998) ve belgeselroman, anıroman hüviyetindeki Taifte Ölüm (1999), Paris’te Son Osmanhlar (1999), Hatice Sultan (2000) romanlarıni; Ayla Kutlu’nun Çeçen kökenli ailesinin 93 savaşmdan itibaren izini sürdüğü Emir Bey ve Kızları’m (1998); Erendiz Atasü’nün Dağın Öteki Yüzü, Nermin Bezmen’in büyük babasının Rusya’dan İstanbul’a uzanan yolculuğunda yaşadığı olayları anlattığı Kurt Seyit ve Shura, Kurt Seyit ve Murka adlı romanlarıni; Şirin Devrim’in bir çeşit aile biyografisi olan şakir Paşa Ailesi’ni; Leyla Neyzi’nin 1945 yılı İstanbuluna ayna tuttuğu Küçük Hanım ‘dan Rubu Asırlık Adama romamni; Ayşe Kulin’in akrabası ve yakmdan tanıdığı ünlü kişilerin hayatmı anlattığı Adı Aylin ve Füreya (2000) romanlarmi; Vecdi Çıracıoğlu’nun Macar döküm ustası Verbain ile yardımcısımn serüvenlerini anlattığı Kara Büyülü Uyku’sunu (1999), Teoman Ergül’ün Altının Lâneti’ni (2003), Latife Mardin’in Batıda Fırtına’smı (2003), Mehmet Fuat Umay’m Cumhuriyetin ilk yıllarmda geçen anı karakterli Bir Devrimci Doktorun Anılarim (2003), Kemal Anadol’un konusunu 1900’lerin Ege kıyılarmda ve Foça’da geçen olaylardan alan Büyük Aydınhk (2003), İpek Arman’m son dönem saray hayatmı saray kökenli bir kadınm anı defterinden verdiği Fesleğenin Uğuru’mı (2003), 1 Hakkı Sunata’nm Gelibolu’dan Kafkaslara (2003) romanım, Gül İrepoğlu’nun Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde (2003).

Yine bu dönem içerisinde çağının tanığı olarak yaşadığı devirdeki tarihsel olayları romanlaştıran yazarlarımız da vardır. Demokrat Parti’nin iktidar sürecini bu çerçevede romanlaştıran, bu dönemdeki siyasal olayları anlatan romanlar kaleme almmıştır. Samim Kocagöz (İzmir’in İçinde), Attilâ İlhan (Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya TuzBasmak), Vedat Türkali (Bir Gün TekBaşınd), Tarık Buğra (Dönemeçte), Yılmaz Karakoyunlu (Yorgun Mayıs Kısraklari), Nesrin Turhallı (Jhtilalin Süvarisi), Ahmet Kekeç (Derin Roman), Ayşe Kulin (Gece Sesleri), Ali Arslan (Serçe2) bu tarz romanlardır.

TÜRK ROMANINDA TÜRK TARİHİNİN ÇEŞİTLİ EVRELERİ

Osmanlıİran savaşlarını konu edinen Cezmi’den sonra Türk edebiyatında tarih romanları iki çerçevede kaleme almmıştır. Bunlardan birincisinde romancı elde ettiği bilgi ve belge birikimiyle uzak geçmişi yeniden kurgular, görmediği tarihsel olayları romana has kurgu içerisinde dikkatlere sunar. İkincisinde ise romancımn yaşadığı dönemi, çağını anlatması söz konusudur. Yazarın bilgi ve belge birikimiyle kaleme aldığı uzak dönemleri anlatan tarihsel romanlarda en çok Osmanlı dönemi işlenmiştir, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu anlatan Kemal Tahir’in Devlet Ana, Tarık Buğra’mn Osmancık, Yavuz Bahadıroğlu’nun Merhaba Söğüt romanları, farklı çerçevelerde Türk tarihinin bilinmeyen bir dönemini aydınlatırlar.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanları Türk tarihini, başlangıcmdan 1915 Çanakkale savaşlarına kadar getirir. Sepetçioğlu, kendine özgü anlatımıyla, Türk tarihinin kahramanlıklarını, ihtişamım, değerlerini oluşturduğu kurgular çevresinde dikkatlere sunar. 1930’lardan sonra Türk okuyucusuyla bütünleşen popüler tarih romanları da Türk tarihinin bilinmeyen dönemlerini ve kahramanlarını anlatırlar, Bekir Büyükarkm, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Turhan Tan gibi romancılarm eserleri bu niteliktedir. Hatta romandan ziyade tarih yazmak amacıyla hareket eden Feridun Fazıl Tülbentçi’nin romanlarında, tarih kitapları gibi, dipnotlarıyla aktarılmış bilgi notlarına tesadüf edilir.

1980 sonrası postmodern tarih romanlarında da yeni tarihselcilik kuramı çevresinde Türk tarihinin çeşitli evreleri anlatılmaktadır (Bu konuda bakınız: 5. ÜnitePostmodern Romanlar). Bu çerçevede Türk tarihinin uzak dönemlerini konu alan romanlardan Ciğerdelen ve Devlet Ana üzerinde durulacaktır.

Safiye Erol- Ciğerdelen

Ciğerdelen (1946), Saşye Erol’un en meşhur romamdır. Romanda şimdiki zaman ile geçmişte meydana gelen tutkulu bir aşk etrafmda, Türk romammn geleneksel temalarından DoğuBatı çatışması işlenir. Simdiki zaman, mimar Turhan Tuna’mn ağzmdan anlatılır. Geçmiş ise, romanın kadm kahramanı Cangüzel’in yazdığı hikayelerle 17.yüzyıla, Estergon Kalesi cengine kadar gider. Cangüzel’in yazdığı Sarı Sipahiler, Yedi Peçeli ve Ciğerdelen adlı üç hikâyede tarihsel bir olay anlatılır. Bu iki zamanı bir olayda karşı karşıya getirerek Saşye Erol’un tarih bilincini derinleştirmeye çalıştığı düşünülmektedir (Çelik, 2006).

Ciğerdelen, 16. ve 17. yüzyıllarda Türklerin Rumeli’deki en son kalesinin adıdır. Yani stratejik noktadaki bir Türk üssüdür. Ciğerdelen romanını tarihsel bağlamda değerlendiren Sema Uğurcan; isimle roman konusunu arasmdaki bağı irdeledikten sonra Cangüzel’in anlattığı hikâyelerle ilişkilendirir: “Hikâyeler Osmanlı’nın toprak olarak en genişlediği, o genişliği muhafaza etmek için kendini en zorladığı dönemi anlatmaktadır. Kahraman olmayana hayat hakkı tanmmadığı devir ve yerde, bütün erkekler kaleyi korurken şehit düşer. Sosyal sorumluluğun ciğeri deldiği zamanlarda, aşk geri plâna itilir. Bu kadar kan ve canın bedeli olan kalenin elden çıkması, kahramanların da, okuyucunun da ciğerini deler. Kale kaybedildikten yaklaşık 250 sene sonra kader, Cangüzel ile Turhan’ı birleştirir. Onlar için ‘ciğerdelen’; dün ile bugünü birleştirmek, millî kültürün kendilerine kattığı değerli mayayı keşfetmek, o mayayla artık smırları daralmış vatana hizmet etmektir.” (Yardım, 2003: 207).

Kemal Tahir-Devlet Ana

Kemal Tahir romancı olarak Türk tarihinin geçirdiği sosyal değişimleri işler. Bu çerçevede de tarihi kullanır. Osmanlı Devletinin kuruluş sürecini Devlet Ana romanında, Ankara Savaşı (1402) dönemini da yarım kalmış Topal Kasırga’da işler.

Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplum düzenine ilişkin düşüncelerini Devlet Ana’da sistemli bir şekilde aktarır.

Kemal Tahir’in Türk tarihine bakışmda Osmanlı’mn yanında Batı ve Batılılaşma sorunu da vardır. Yazar, Osmanlı’mn kuruluş yıllarından itibaren Türk tarihini incelerken, Batıdan tarih, kanunlar, inançlar, iktisadî ve sosyal hayat bakımmdan farklı bir yapıda olduğumuzu, kendimize özgü bir tarihimiz olduğunu savunur. Sonraki romanlarında (Bir Mülkiyet Kalesi, Esir şehrin İnsanları, Yol Ayrımı v.s) Osmanlı’mn Doğu’nun kalesi olan siyasetinin bozulması, yeni kurulan Cumhuriyetle hızlı bir değişimin yaşanması, Batı uygarlığma yetişmek için, Osmanlı’ya dair ne varsa hızlı bir biçimde hayatımızdan atılması, Batı’ya ait her şeyi hızlı bir biçimde hayatımıza sokma çabalarını anlatır (Fedai, 1998: 1920).

1967 yılmda yaymlanan roman, Anadolu toprağmın Bitinya (Söğüt) ucundaki Türkmenlerin, uç beyliğinden, topraklarım genişletmek suretiyle Osmanlı devletinin temelini atmaları ve yaşadıkları olayları anlatır. Konu, Ertuğrul Gazi’nin at bakıcısı Demircan ve sevgilisi Liya’mn düşmanlarınca öldürülmesi ve kardeşleri Kerim Can ile Mavro’nun intikam almak için giriştikleri mücadele çevresinde gelişir. Daha sonra intikamm almması, katillerin öldürülmesi ve Kerim Çan’m tekrar mollalığa dönüşü anlatılır. Romanda tarihi olaylar 12901299 yılları arasmda Ertuğrul Gazi’nin başmda bulunduğu beyliğin, hastalığı nedeniyle, oğlu Osman Bey’e geçmesi ve böylece bir aşiretin devlet oluşu anlatılır. Kemal Tahir, romanda anlatmak istediği siyasal ve toplumsal mesajları tarihten çok iyi tanınan şahsiyetlere söyletmiştir. Romanda iç içe geçmiş dramlar Hristiyan Batılı” düşmanlardan intikam almması, Osmanlılar’m kendilerini düşmanlara karşı savunması, kazandıkları zafer sayesinde topraklarım genişletmeleri sonucuna bağlanır ki, yazar romanda Osman Bey’i ve beyliği “işgalci değil kurtarıcı, dünya üzerinde adaleti sağlayıcı, kötülüğü dünyadan sonsuza kadar kaldırmak için mücadele eden bir mitolojik kahraman olarak gösterir (Fedai, 1998: 38).

Anadolu’ya gelen SenJan tarikatı şövalyelerinden, Napoli kralımn gayrımeşru oğlu Notüs Gladyüs, Issızhan’da Mavro’nun hanına yerleşir. Notüs Gladyüs, Ertuğrul Bey’in hasta olduğu haberini almıştır. Onun beyliğini yıkarak Bitinya ucunun prensliğini ele geçirmek ve Bizans İmparatorluğumun başma geçmek istemektedir. Türkopol Uranha ve handa buluştuğu Keşiş Benito ile işbirliği yaparak, Türkmenlerin zayıf noktalarını öğrenmek suretiyle plânlar kurar. Bacıbey’in büyük oğlu Demircan’ı, sevgilisi Liya ile buluştuğu sırada arkadan vururlar. Böylece, Gladyüs, hem Ertuğrul Bey’in değerli atlarına sahip olur. Türkmenlerle Bizans arasındaki barış bozulmuş olur.

Ertuğrul Bey’in yatağa düşmesiyle, beyliğe oğlu Osman Bey vekâlet eder. Beylik, kıtlık ve Moğolların ağır vergileri yüzünden zor günler geçirmektedir. Orhan Bey, Kerim ve arkadaşları, oyun oynarken bir itin boğduğu kurt postuna sahip olmak için atla iz sürerlerken, Dönmezköy’e kadar giderler. Orada Demircan’m, çıplak bir halde arkadan vurulduğunu görürler. Orhan Bey, Demircan’ı vuran okun Karacahisar’da yapıldığım ve düşmanlarmm Batılı olduğunu anlar. Demircan’m ölümü beylikte büyük üzüntü yaratır. Osman Bey’in amcası Dündar Bey ve taraftarları, barışm bozulmasım ve intikam almmasını isterler. Bu sırada Ertuğrul Bey ölür. Dündar Bey, beyliğe göz diker. Ancak Osman Bey, herkesin rızasıyla bey ilân edilir. Osman Bey ilk önce, yapmak istediklerini haber vermek ve akıl damşmak için Kerim Çan’ı alarak Ahi şeyhi Edebâli’ye gider. Ona, beyliği Batı’ya, Bizans’m verimli topraklarına doğru genişleteceğini, Batı’daki Hristiyan halkın da güvenini kazanacağını ve onları da kendine bağlayarak devleti güçlendireceğini söyler.

Üçüncü bölümde, âşık Yunus Emre, yakm dostu Kaplan Çavuş’un evine gelir. Yunus, Kerim’in sevgilisi Aslı’nın babası Kaplan Çavuş’a beyliğin geleceğiyle ilgili rüyasım anlatır. Rüyasmda kucağmdan doğan ayla, giderek büyüyen ve tüm dünyayı kaplayan bir ağaç görmüştür. Aynı rüyayı Şeyh Edebâli’nin de gördüğünü, Osman Beyin gidip Balhatun’u istemesini söyler. Osman Bey, Balhatun’u istemeye Alişar’ı gönderir. Ancak Alişar, Balhatun’u Osman’a değil kendisine ister. Alişan red cevabını alınca da Hristiyanlarla işbirliğine geçer. Osman Alişan’ı kılıç darbesiyle safdışı bırakarak Balhatun’la İtburnu tekkesinde evlenir.

Son bölümde, Dündar Alp ile Osman Bey arasmdaki kavga vardır. Osman Bey’i, beyliktenm indirmek için düşmanlarla işbirliği içerisindedir. Bu arada Orhan Bey, Yarhisar Tekfuru’nun kızı Lotus (Nilüfer Hatun) ile karşılaşır. Orhan Bey âşık olur ve ondan kendisiyle evlenmesi için söz alır. Germiyanoğlu Beyliği’nde yüzbaşı olan Esir Dayı, yol boyunda kendilerine tuzak kurulduğunu haber verir. Mavro ve Kerim’in bataklıktaki takipleri neticesinde tuzağı kuran şövalye Gladyüs ve Uranha öldürülür.

Böylece Demircan’m intikamı almmış olur. Bu arada Lotus (Nilüfer), Orhan Bey’e haberci göndererek, kendisini kaçırmasım ister. Yarhisar tekfuru Rumanos’la evlendirilmek istenen Lotus kaçırılır. Bacıbey’in kale muhafazalarına altın saçıp onların gaşetinden yararlanması, Bilecik kalesinin almmasını sağlar. Bu arada Osmanlılar Bilecik’e sahip olmuşlardır. Roman, Osman Bey’in sımrlarım batıya doğru genişleterek devlet kurma düşüncesinin gerçekleşmesi ile sona erer. Batıcılık düşüncesine her zaman karşı olan Kemal Tahir, Türk toplumunun gerçeklerine eğilen bir yazarımızdır. Devlet Ana’da yazarm tarih açısmdan önemle üzerinde durduğu Batının, tüm kurumlarıyla bize benzemediği vurgulanmış olur.

Kemal Tahir, Devlet Ana’da Türk milletinin Osmanlı’dan gelen devlet kurucu ve yaşatıcı dehâsımn günümüzde de var olduğunu, Türk kimliğine yönelmek için Osmanlımn ilk dönemlerine bakmamn zorunluluğuna dikkat çekmiştir.

Hristiyan Batı’da soylular, köylüler (köleler) vardır. Soylular, köleler üzerinde her türlü hakka sahiptir. Osmanlı’da ise sosyal sımşar yoktur. Bu bakımdan herkes devlete bağlıdır. Kemal Tahir özellikle tarihsel perspektifte bu vurguyu yapar. Kemal Tahir, romanım, öncelikle cinayet vak’ası üzerine kurar. Ancak diğer yandan Türklerin devlet kurmaktaki yeteneklerini sergiler. Kemal Tahir, Devlet Ana’da, Türk ruhunu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartlarına bağlı kalarak aramış ve anlatmıştır. O; Osmanlı’yı, Batı’nın aştığı iktisadî aşamaları geçirmemiş; dolayısıyla devlet ve toplum düzeni, ahlâk yapısı olarak yozlaşmamış sımfsız bir toplum ve bu toplumun tüm sorumluluğunu yüklenmiş bir devlet olarak anlatmıştır. Ona göre, feodalite Batı’ya özgüdür ve merkezî devlet, sımfsız toplum olgularını yaşayan Doğu’da hiçbir zaman gelişme ortamı bulamamıştır (Fedai, 1998: 53).

Denilebilir ki Devlet Ana, tam manasıyla, Batı’nın bireyciliğine karşıTürk kimiiğini ortaya koyan bir roman özelliğiyle karşımıza çıkar. Romanda Osman Bey’in, Edebali ile yaptığı konuşmada beyliğe dair amaçlarını sıralaması hem devlet adamlığı yönünü hem de geleceğe dair öngörüsünü ortaya koyar niteliktedir:

“Anadolu’yu bırakacağım şimdilik…Benim gördüğüm, tez vakittegidicidir moğol… Çünkü moğolun düzeniyle de uyuşmaz bizim Anadolu toprağı… Eski Yunan’ın Roma’nın düzeniyle de uyuşamamıştır çünkü… Rahatça gülümsediBizim gazi beylikler çabalasın bakalım,Konya’yı elegeçirmek için…  Boğuşsunlar birbirleriyle, güçten düşünsünler kendilerini boş yere… Işimi kolaylaştırsınlar! Verimli topraklara sahip olana yarar Anadolu… Tükenmez insan kaynağıdır, insanının zenaatı da göründüğü gibi, köylülük değildir, devlet kuruculuğudur” (s, 183).

Kemal Tahir, Devlet Ana romamnda, özellikle Osmanlı toplumunun üretim tarzma da dikkat çeker. Osmanlı toplumun köylüler Allah’a ait, padişahm yeryüzünde koruduğu toprağı eker, biçer, devlete bir miktar vergi verir. Bu bireyin üretimdeki hürriyetidir.

Kemal Tahir, Devlet Ana romamnda Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecini anlatmaktadır. Batıcılık düşüncesine her zaman karşı olan Kemal Tahir, Türk toplumunun gerçeklerine eğilen bir yazarımızdır. Devlet Ana’da yazarın tarih açısmdan önemle üzerinde durduğu Batının, tüm kurumlarıyla bize benzemediği vurgulanmış olur.

Kemal Tahir, Devlet Ana’da Türk milletinin Osmanlı’dan gelen devlet kurucu ve yaşatıcı dehâsmın günümüzde de var olduğunu, Türk kimliğine yönelmek için Osmanlımn ilk dönemlerine bakmamn zorunluluğuna dikkat çekmiştir.

Hristiyan Batı’da soylular, köylüler (köleler) vardır. Soylular, köleler üzerinde her türlü hakka sahiptir. Osmanlı’da ise sosyal sınışar yoktur. Bu bakımdan herkes devlete bağlıdır. Kemal Tahir özellikle tarihsel perspektifte bu vurguyu yapar. Kemal Tahir, romanım, öncelikle cinayet vak’ası üzerine kurar. Ancak diğer yandan Türklerin devlet kurmaktaki yeteneklerini sergiler.

Kemal Tahir, Devlet Ana’da, Türk ruhunu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartlarına bağlı kalarak aramış ve anlatmıştır. O; Osmanlı’yı, Batı’mn aştığı iktisadî aşamaları geçirmemiş; dolayısıyla devlet ve toplum düzeni, ahlâk yapısı olarak yozlaşmamış sınıfsız bir toplum ve bu toplumun tüm sorumluluğunu yüklenmiş bir devlet olarak anlatmıştır. Ona göre, feodalite Batı’ya özgüdür ve merkezî devlet, sınıfsız toplum olguların yaşayan Doğu’da hiçbir zaman gelişme ortamı bulamamıştır.

YAKIN TARİHİN TÜRK ROMANINA YANSIMASI

Tarihsel romanlarımızda İttihat ve Terakki, Mütareke ve Milli Mücadele dönemleri çokça işlenmiştir. 1908-1923 yıllarını konu alan romancılardan ilk grup İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarını yaşayan yazarlar, kendi dönemlerinin tanıklığını yapmışlardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adı-var, Reşat Nuri Güntekin, Nahit Sırrı Örik, Mithat Cemal Kuntay; yaşadıklarını, yıllar sonra, bir kurgu ile sundular. Mithat Cemal Kuntay ve Reşat Nuri Güntekin de yaşadıkları dönemi çok farklı boyutlarıyla sorgulanmışlardır. Mithat Cemal Üç İstanbul’da II. Abdülhamit dönemini, İttihat ve Terakkili yılları, Mütareke İstanbul’unu; yozlaşmış insan tipleri ile yansıtmaya çalışır. Reşat Nuri, tezli romanı Yeşil Gece’de, Milli Mücadele yıllarını, önceleri din adamı, sonra öğretmen olan Ali Şahin’i merkeze alarak anlatır. Nahit Sırrı Örik, çocukluk yıllarının dünyasını, II: Abdülhamit’in son dönemini eleştirel bir tarzda dikkatlere sunar. Sahnenin Dışındakiler romanında Ahmet Hamdi Tanpınar, Mütareke dönemi İstanbul’unu, 17-18 yaşın gençliğiyle idrak ettiği tarzda yansıtmaktadır.

İkinci grup ise, Milli Mücadele yıllarında çocuk olan yazarlarımızdır. Kemal Ta-hir, Tarık Buğra ve Samim Kocagöz. İttihat ve Terakki’nin işbaşına geldiği dönemde doğmuş, Milli Mücadele yıllarına çocuk gözleriyle tanıklık etmiştir. Bir Mülkiyet Kalesi, yazarın aile hayatını konu almaktadır. II. Abdülhamit’in marangozu olan babasının yaşadıklarını kurguya dönüştüren yazar, İttihat ve Terakki’den Milli Mü-cadele’nin sonuna kadar olan bir dönemi, Mahir Efendi’yi merkeze alarak yansıtmaktadır. Esir Şehrin İnsanları’nda, yurt dışında eğitim görmüş Paşa çocuğu Kâmil Bey’in Mütareke İstanbul’unda yaşadıkları vardır. Kemal Tahir’in aydın gözüyle yorumladığı Mütareke dönemi İstanbul’u, Yorgun Savaşçı’da eski bir asker açısından verilir.

Küçük Ağa yazarı Tarık Buğra da, olayların yaşandığı dönemde çocuktur. Babasından ve aile çevresinden duyduklarından hareketle oluşturduğu romanında, Akşehir’e simge değeri yükleyerek Milli Mücadele cephelerine bakar.

Belgesel tadındaki roman Kalpaklılar-Doludizgin yazarı Samim Kocagöz de bu yıların çocuklarındandır. Söke çevresinde gelişen olayları da romanın kurgusuna alan Kocagöz, Milli Mücadele yıllarını Nutuk rehberliğinde romanlaştırır.

Üçüncüsünde ise belgeler ışığında Milli Mücadele yıllarını kurgulayan yazarlarımız vardır. Bu gruptaki yazarlar, yazılanları ve belgeleri hareket noktası alarak geçmişi yorumlamışlardır. Attilâ İlhan, Aynanın İçindekiler serisinde yakın dönem tarihimizi bütün boyutlarıyla yansıtmaya çalışmıştır. Ayşe Kulin ise ele aldığımız romanında, belgelerden ve mektuplardan hareket ederek Milli Mücadele yıllarında ailesinin yaşadıklarını, romanın verdiği imkânlar ölçüsünde kurgulanmıştır.

Türk romancıları İttihat ve Terakki-Milli Mücadele sürecini, çeşitli kurgulamalar ile ele almışlardır. Her her biri farklı bir yön üzerine dikkatini yoğunlaştırmıştır.

Bu dönem için kaleme alınmış romanlarda tarih anlatımlarını ideolojik nedenlerle açıklayanlar da vardır. “Birçok tarihsel roman yazarı, şimdiki zamanda egemen koşulların vurgulanması amacıyla da yazınsal yaratısının merkezine yerleştiriyor tarihi” (Göğebakan 2004: 78). Çağının tanığı olan Türk romancıları, topluma ibret dersi vermek, bir bakıma eğitmek amacına yönelik yazmışlardır diye düşünüyoruz. Ancak günümüz romancılarının yazma gayelerini Göğebakan’ın değerlendirmesiyle açıklamak mümkündür.

Milli Mücadele dönemini doğrudan ya da dolaylı olarak işleyen birinci kuşak romancıların en başat özelliği, olayları yaşandığı yılların sıcaklığında değil, sonuçlarına göre değerlendirmiş olmalarıdır (Gündüz, 2006). 1960’lı yıllara kadar yazılanların hemen hepsi birbirine benzer. 1960’tan sonra yazılanlar hem roman tekniği hem de bakış açısı bakımından farklıdır.

Bazı romancılar Milli Mücadele dönemine alternatif tarih oluşturma anlayışıyla yaklaşırlar. “Bir tarafa “biz”i Doğu’yu, karşı cepheye ise Batı’yı ve Batılı değerleri koyarlar. Anadolu direnişinde birinci kuşağın dışladığı halkı ve halk önderlerini ön plana çıkaran, İttihatçıları ve padişahı savunan, Kurtuluş Savaşı’nın ‘din ve padişah için’ yapıldığı temel düşüncesini işleyen tezli romanlarıyla yeni tartışmalara zemin hazırlarlar. Farklı bir söyleyişle Anadolu direniş hareketinin zaferle sonuçlanmasına, sadece aydın üst kadroların değil, altı yüz yıllık imparatorluk deneyimi olan ariflerin ve halkın gönlünde yaşayan halk önderlerinin de payı olduğu temel düşüncesiyle yaklaşırlar (Gündüz, 2006). Tarık Buğra (Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da, Firavun İmanı, Yol Ayrımı); Münevver Ayaşlı (Pertev Beyin Üç Kızı, Pertev Bey’in İki Kızı, Pertev Bey’in Torunları), Bahaeddin Özkişi (Köse Kadı, Uçtaki Adam, Sokakta), Durali Yılmaz (Siyah Perdeli Evler, Savaş Günlüğü, Ankara’da Ölüm), Yavuz Bahadıroğlu (Sel).

Milli Mücadele dönemini sadece ulusçu bir dikkatle ele alan romanlar da oldukça fazladır. Azmiye Hami Güven (Hemşire Nimet/19511), General Hamdi Günay (Deli Orman/1955), Recai Sanay (İngiliz Kemal Lavrense Karşı/1956, İngiliz Kemal Yakınşark Cumhuriyetçileri Arasında/1951, Yunan Zindanlarında/1958, İstiklâl Harbinde/1959), Oğuz Özdeş (Dağ Başını Duman Almış/1960), Fikret Arıt (Hep Bu Topraklar İçin/1965, Muhtar/1911), İskender Ohri (Aşktan da Üstün/19111), Barbaros Baykara (Kanayan Toprak/1911, Nefret Köprüsü), Ümit Kaftancıoğlu ( Ye-latan-1972, Tüfekliler-1914), İbrahim Ethem Aladağ (Şahin Bey/1915), Tahir Kutsi Makal (Meydan Dayağı/1911), Fikret Arıt (Güzel Yuana, Bu Hayatı Yaşamak Lâzım/1955, Hep Bu Topraklar İçin/1961, Küçük Fedailer/1962, Muhtar/1911, İffet/Maziden Gelen Sesler/2002), Osman K(orkut) Akol (Kurtuluş Savaşı’nda Bir Çocuk/1968), Yusuf Ziya Bahadınlı (Gemileri Yakmak/1916), Yusuf Ateş (Kırım, Kıyım, Kıtlık/1916), Bekir Eliçin (Onlar Savaşırken/1916), İbrahim Atmaca (Çekirgeler/1919), İbrahim Ethem Aladağ (İşgalciler/Şahin Bey/1915).

Milli Mücadele dönemini ve Mütareke dönemi İstanbul’unu anı-roman şeklinde tarzında yansıtan eserler ise şunlardır: Hasan İzzettin Dinamo/1909-1989 (Kutsal İsyan I.II.III.-1966-1968 -MillîKurtuluş Savaşı’nın Gerçek Hikâyesi I, II, IIIadıyla-, Ateş Yılları/1968, Savaş ve Açlar/1969, Kutsal Barış/ I-VII, 1912-1916, Öksüz Mu-sa-1915, Musa’nınMapushanesi-1914, KoyunBaba-1916, Musa’nın Gecekondusu-191b, Açlık-1982, TürkKelebeği-1981, Adalet Sıtması-1985, Anadolu’da Bir Yunan Askeri-1988), Bekir Büyükarkın (Bozkırda Sabah/1969), Ahmet Hamdi Tanpınar (Sahnenin Dışındakiler/1912), Haydar Berköz (İkinci Ergenekon/1965), Ayşe Ku-lin (V eda-Esir Şehirde Bir Konak/2002).

Bunlardan başka Milli Mücadele döneminin problemlerini tarihsel süreç içerisinde değerlendiren romanlar da kaleme alınmıştır. Nazım Hikmet Ran (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim/1967), Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Selçuk (Yüzbaşı Sela-hattin’in Romanı/1915-1915), Orhan Hançerlioğlu (Ekilmemiş Topraklar/1954), Talip Apaydın (Toz Duman İçinde/1914, Vatan Dediler/1981, Köylüler/1991), Kemal Bilbaşar (Bedofl-2.bs.1985) Samim Kocagöz (Kalpaklılar/1962, Doludizgin/1965, İzmirin İçinde/1915), Erol Toy (Toprak Acıkınca/1968), İlhan Tarus (Var Olmak/1951, HükûmetMeydanı/1962, Vatan Tutkusu/1961), Melih Cevdet Anday (1915-2005) (Aylaklar-1965, Gizli Emir-1910, İsa’nın Güncesi/1914). (Roman listeleri Osman Gündüz, 2006 adlı çalışmadan alınmıştır).

Milli Mücadeleyi anlatan romanlarda çatışma iki nokta belirir. Bunlardan birincisi işgal güçleri ile yurtsever insanlarımızın mücadelesi şeklindedir. İşgal güçleri Anadolu’yu ve İstanbul’u paylaşma amacıyla işgal eden Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunan kuvvetleridir. Bunlar emperyalist güç olarak da tanımlanmaktadır.

İkinci çatışma da milli değerlerinden kopan aydınlar ile Anadolu’ya yönelip kurtuluş mücadelesine karar vermiş olanlar arasındadır.
Bu dönemleri anlatan romanlardan Abdülhamit Düşerken, Küçük Ağa ve Der-saadet’te Sabah Ezanları üzerinde durulacaktır.

Nahit Sırrı Örik-Abdülhamit Düşerken

II. Abdülhamit döneminin son yılları ile İttihat ve Terakki’nin ilk yıllarını konu edinen Abdülhamit Düşerken romanında Nahit Sırrı Örik, çocukluk yıllarında tanığı olduğu tarih kapsamında değerlendirilebilecek olayları kurgulamaktadır. 22 Mayıs

1895 doğumlu olan Nahit Sırrı’nın babası II. Abdülhamit dönemi Maarif Nezareti mektupçularındandır. Yazarın yaşı ve babasının görevleri, bize, çocukluk yıllarındaki izlenimlerinden çok babasından duyduklarının etkin kaynak olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan Nahit Sırrı’nın tarihi anlatmaktan çok, kendi çağına tanıklık ettiğini düşünebiliriz.

Nahit Sırrı’nın kurgusunu bir tarihçinin görüşü olarak ele almanın yanlış olacağını söyleyen Sevim Kantarcıoğlu, yazarın 1908 -1909 arasındaki bir dönemi incelediğini ve özellikle ahlaki çöküntüyü vurguladığını; bu çerçevede Abdülhamit’i, İttihat ve Terakki’yi yorumladığını belirtir. Abdülhamit Düşerken’i “saf bir tarihi roman” olarak tanımlar:

“… Abdülhamit Düşerken’i geleneksel roman kategorileri ile yaratılmış dar anlamda saf bir tarihi roman olarak değerlendirmek yerinde olur. Eserde Osmanlı tarihinde ve yakınçağ tarihimizde kritik bir dönem ve o dönemin sosyal aktörleri estetik bur kurgu içinde ve Örik’in perspektifine uygun olarak yerlerini almışlardır.” (2008: 162).

II. Abdülhamit dönemini öncesi ve sonrasıyla sorgulayan roman; dönemin paşalarından birinin kızı ve İttihat Terakki’nin hırsına yenik düşmüş bir subayının ilişkileri çevresinde kurgulanmaktadır. Romanda kurgulanmış şahısların dışında II. Abdülhamit, Arap İzzet Paşa, Servet-i Fünun dönemi romancılarından Hüseyin Cahit, İttihat ve Terakki’nin önderlerinden Talât Paşa, Mahmut Şevket Paşa gibi yakın dönem tarihimizin önemli isimleri, II. Abdülhamit döneminin önemli paşaları da yer almaktadır. Romanda, isimlerinden, kurgu ile ilgisi olmaksızın bahsedilen dönemin önemli şahsiyetleri de bulunmaktadır.

Nahit Sırrı Örik, 10 Temmuz 1908’den 51 Mart 1909’a kadar olan yakın tarihimizin çok önemli bir sürecini çeşitli sorgulamalar süzgecinden geçirerek dikkatlere sunmaktadır. Abdülhamit Düşerken isimli roman, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hazırlayan sosyal, politik ve kurumsal nedenleri bir aşk kurgusu çevresinde irdelemektedir. Yazar, bu döneme ait düşüncelerini ve dönemin tarihsel olaylarını ortaya koyarken, roman kişilerinin hareketlerinin arkasındaki psikolojik ve sosyolojik nedenleri, çıkar kaygılarını, endişelerini de dikkatlere sunar; kişilerin davranışlarını yönlendirirken değerleri duyma noktasındaki çelişkilerini sergiler. Bir bakıma, söylemek istediklerini, kişilerin bu iç tahlillerinin arkasından aksettirir.

Fethi Naci, romanda, Nahit Sırrı’nın bir dönemi yansıtırken Abdülhamit ve Hareket Ordusunun gelişini haklı göstermeye çalıştığını belirtmektedir:

“Nahit Sırrı Örik’in tutumu, İkinci Meşrutiyet’ten, İttihat ve Terakkiden, Sultan Ha-mit’ten söz açan öteki romancıların tutumuna hiç mi hiç benzemiyor. İttihat ve Terakki’nin zorbalığına karşı çıkıyorlardı ama hiçbirinin aklından 31 Mart’ı sevimli göstermek ya da Sultan Hamid’i tutmak geçmiyordu; oysa Sultan Hamid’in kafası da gönlü de Sultan hamit’tenyana.” (2002: 231).

Bu konuda II. Abdülhamit ile ilgili bölümde de belirteceğimiz üzere, yazarın Abdülhamit’i desteklemek gibi bir düşüncesi yoktur. Çevresinde güvenebileceği kimsenin bulunmadığı, güçlü ancak yalnız bir insan olduğu, dönemi anlatan bütün romanların ortak görüşüdür. Nahit Sırrı, II. Abdülhamit’in, Hareket Ordusunun durdurulması konusunda fiefik’in getirdiği teklif karşısındaki tavrını da, milli duyarlılıktan değil, kan dökülmesini istememesiyle ve fiefik’e tam olarak güvenmemesi olarak tanımlamaktadır. Yazarın çoğu kez, koca imparatorun düştüğü durumun acı verici olduğunu, hangi tip insanların elinde oyuncak olduğunu sunarak anlatmaya çalıştığını da söyleyebiliriz.

Romanda kişisel duygular, ilişkiler, insanların yapıp-etmelerini yönlendiren değerler tarihsel olayların daha önündedir. Bir bakıma tarihteki önemli olayların arkasında insani davranışların, duyguların, önlenemez hırsların payı dikkatlere sunulmaktadır. Daha doğrusu Osmanlının çöküşündeki çürümüşlüğün insana sirayet etmiş bütünlüğünün ne kadar vahim olduğu sezdirilmektedir.

Tarık Buğra-Küçük Ağa

Tarık Buğra’nın ikinci romanı olan Küçük Ağa, 1965 yılında İstanbul’da yayımlanır. Tarık Buğra, Küçük Ağa’yı çocukluğundan itibaren babasından, babasının arkadaşlarından dinlediklerinden ve yazılı belgelerden hareketle kaleme aldığını belirtir. Küçük Ağa, Millî Mücadele yıllarının Kuvayı milliyenin oluşumundan Çerkez Ethem birliklerinin bozguna uğratılması arasındaki dönemin kurgusu niteliğindedir.

Yazarın Millî Mücadele yıllarını konu alan romanı, halk hareket noktası alınarak kurgulanmıştır. İstanbullu Hoca, Çolak Salih, Reis Bey, Doktor Haydar, Ali Emmi gibi halktan insanlar romanın kahramanlarıdır. Fatih Andı ve Beşir Ayvazoğlu, bu çok yönlü roman kişilerinin yer alışını kazanılan zaferin, daha önce kaleme alınmış romanlardaki tezlerden ayrı olarak, bütün millete ait olduğu görüşünden kaynaklandığını belirtirler:

“Millî Mücadele romanlarında dile getirilen resmi görüşün aksine, Millî Mücadelenin asker, siyasetçi, sivil bürokrasi, din adamları, eşraf, hatta toprak ağaları ile birlikte, bütün bir millet olarak topyekûn kazanılmış bir zafer olduğunu, ancak Cumhuriyetin ilanı sonrasında yolların ayrılmaya başladığını işler.” (Andı, 2000: 27).

Aynı konu benzer tarzda Beşir Ayvazoğlu’nun çalışmasında da ifade edilir. (2006: 14). Küçük Ağa romanının kişileri hakkında yazı kaleme alan Muzaffer Uy-guner de, farklı ve zengin kişi kadrosunun romandaki canlılığına değinir:

“Buğra, imanlı ve inançlı kişilerin başardığı bir büyük kurtuluşun romanını yazarken kişilerini çok iyi seçmiştir. Bunlar, birer simgedir, birer tiptir. Ancak, bu yönleriyle birer gölge, silik birer iz olarak kalmamışlardır. Buğra, bunlara can vermiş, ruh katmıştır. Kişiler bir bütün olarak verilebilmiştir. Kişiler kendi yapıları ve yaratışları içinde zıtlıklara düşmemekte; yapaylık izlenimi vermemektedir.” (1976: 93).

Gerçekten de, Küçük Ağa romanı dikkatle okunduğunda görülecektir ki kurguda yer alan şahısların tümü, Millî Mücadele yıllarının birer unsurunu simgelemektedirler. Sevim Kantarcıoğlu, romanı destan olarak değerlendirir:

“Tarık Buğra ‘Küçük Ağa’ adlı eserinde bir destan yaratmış ve bu destanı roman kahramanlarını kullanarak romanın estetik yapısı içinde somutlaştırmıştır. Bir destanda, bir halkın tarihin belli bir zamanı ve mekanı içinde sahip olduğu ortak değerleri, idealleri ve yücelik kavramları ifade bulurken, bu korik unsurun parçalarını bir sanat eserinin organik bütünlüğü içinde birleştiren bir trajik veye traji-komik omurga da bulunur.” (2008: 218).

Trajik veya traji-komik omurga, Çolak Salih ve Küçük Ağa’nın yaşadıklarıdır. Taner Timur, Küçük Ağa’nın Milli Mücadele yıllarına Türk-İslam sentezi perspektifinden yaklaştığını, bu nedenle de 12 Eylül sonrasında çok okunduğunu belirtir:

“Küçük Ağa romanı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ‘Türk-İslam sentezi’ çevresinde sergilenmesidir. Eserin kahramanı ve en sevimli gösterilen kişisi, kritik anlarda İmam Ga-zali’nin İhya-ul Ulum’unu okuyan İstanbullu Hocadır. Küçük Ağa’nın sonunda Kuvayı Milliye’ye katılması, eseri tabularla biçimsel bir uzlaşma haline sokar ve gerçekte Kemalistlerin prim kaybettiği, şeriatçılığın canlandığı 12 Eylül döneminde roman baskı üzerine baskı yapar.” (1991: 60).

Küçük Ağa romanında iki şahsın diğerlerinden fonksiyon ve simgelediği unsurlar bakımından öne çıktığını görüyoruz: Küçük Ağa (önceleri İstanbullu Hoca) ve Çolak Salih. Tarık Buğra, Çolak Salih’in asker olması dolayısıyla, dönemin siyasal ve sosyal olaylarını, kurgu içerisinde anlatmakta zorlanmaz. Çolak Salih, geçmişin ihtişamını aramaktadır. Çanakkale’de kolunu kaybetmiş, herkesin kendisine acıma duygularıyla yaklaştığı, hatta uzaklaştığı bir adam hâline gelmiştir. Görev anlayışı en üst seviyede gelişmiş olan Çolak Salih, halk adamıdır. Memleketine ve vatanına geleneksel bağlılığı temsil etmektedir. Millî Mücadele öncesinde çok iyi bir askerdir. Silah talimlerinde hâlâ iyidir. Aynı zamanda güvenilir bir kuryedir. Aile hayatı söz konusu değildir.

İstanbullu Hoca, Anadolu insanının Millî Mücadeleye bakışını en iyi ortaya çıkarabilecek bir mekândadır: Cami. Cami, Osmanlı İmparatorluğunda Millî duyarlılığın, halifeye bağlılığın en çok konuşulduğu, tartışıldığı, duyarlılığının yaşandığı mekân durumundadır. Roman içerisinde tedricen tanıdığımız İstanbullu Hoca, başlangıçta cemaati etkileyen konuşmaları ve Osmanlıya bağlılığı ile karşımıza çıkar. Daha sonra eşi ve aile duyarlılığı çevresinde tanıtılan İstanbullu Hoca, romanın ilerleyen kısımlarında Millî Mücadeleye ve bağımsızlığa olan inancı ile ortaya çıkar. Ancak zafer sonrasına dair kuşkuları da vardır.

İstanbullu Hoca’nın romanın başlangıcında din adamı olması bir tesadüf değildir. Roman, İstanbullu Hoca’nın (Mehmet Reşit), Küçük Ağa oluş macerası üzerine kurulmuş gibidir. Tarık Buğra’nın bir din adamını temel kahraman olarak belirlemesinde ve romanını ondaki değişim üzerine kurmasının bir nedeni de vatanın kurtulmasında dinin fonksiyonunu da tanımlamaktır:

“Bu millet her zaman olduğu gibi o devirde de vatan sevgisini, devlet şuurunu dini ile iç içe duyardı. Her savaş bir cihad olagelmişti. Vatan, millet sembolleri din sembolü ile birleşiyordu: Bir tek bayrakta üç kutsallık. Bu milletin kaderi, bu milletin tâ kendisi yüzyıllar boyunca işte bu bayraktı.” (Ayvazoğlu, 2006: 78-79).

Tarık Buğra Küçük Ağa romanı için kaleme aldığı bu önsözde, din unsurunun Millî Mücadeledeki rolünü tanımlarken, Küçük Ağa’nın yaşadığı maceranın da çağdaşlarının en az yarısının ortak kaderi olduğunu söyler.

Attilâ İlhan-Dersaadet’te Sabah Ezanları

Attilâ İlhan’ın Aynanın İçindekiler serisinin dördüncü kitabı olarak yayımlanan Dersaadet’te Sabah Ezanlarinın basım yılı 1981’dir. (Daha öncekiler Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak yayınlandı, daha sonra da O Karanlıkta Biz. Attilâ İlhan bu romanlarında yakın dönem Türk tarihini kurgu ile yorumlamaktadır. Turgut Göğebakan, Attilâ İlhan’ın romanlarında tarihin hangi yönüyle ve hangi metodla ele alındığını şöyle açıklamaktadır:

“Ancak klasik bir tarihsel roman yazarı değil İlhan. Onun tarihsel ormanlarında geçmişle şimdiki zaman arasındaki çizgiye özel bir önem veriliyor. Geçmişle şimdiki zaman arasında bir nedensellik ilişkisi var bu romanlarda. Başka bir deyişle; her şey diyalektik bir yöntemle getiriliyor okurun karşısına. Bir tarihsel olayı anlatmıyor yazar, aksine tarihsel bir süreci yansıtmaya çalışıyor. Tarihsel olayın yalnızca kendisi değil, onu doğuran nedenler ve ortaya çıkardığı sonuçlar da önemli İlhan için.” (2004: 79).

Attilâ İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları romanını aynı tarzda kaleme almış, yakın dönem Türk tarihinin belirli bir sürecini yansıtmaya çalışmıştır. Roman, 1909’dan İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden hemen sonrasına, Millî Mücadele’nin Anadolu’da güç kazandığı döneme kadar (1920) olan bir süreyi işler. Dersaadet’te Sabah Ezanları isminden de anlaşılacağı gibi, Millî Mücadele yıllarına, İstanbul’u merkeze alarak bakmaktadır.

Attilâ İlhan, romana İzmir’in işgal edilmesi gibi Türk tarihi açısından önemli bir olayla başlar. Ancak kurguyu çevresinde oluşturacağı Abdi Bey, Neveser, Münif Sabri ve diğerlerinin bugünlere nasıl geldiğini açıklayabilmek için 1909 Mayıs’ına kadar gider.

Roman, İttihat ve Terakki mensubu Abdi Bey ve ailesi çevresinde Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına bakar. Bir bakıma çözülüşün ve çöküşün temel nedenlerini, iç ve dış etkilerini irdeler. İttihat ve Terakki’nin ülkeyi yönetecek bilgi ve beceriden yoksunluğunun, Abdi Bey gibi insanları bünyesinde barındırması gibi nedenlere dayalı vurgusu yapılır. Ayrıca İzmir’in işgalinden sonra Anadolu’da başlayan canlanmayı, İstanbul’dan Anadolu’ya yapılan katkıyı Münif Sabri ve benzeri roman kişileri çevresinde dikkatlere sunar.

Attilâ İlhan, toplumumuzun on yıllık bir sürecine yalnızca tarihî açıdan bakmaz. Bu süreci; sosyal hayatı, siyasal panoramayı, iktisadi durumu ve eğlence diyebileceğimiz cinsellikleri roman kişilerinin dünyasına yerleştirerek kurgusunu gerçekleştirir. Yani yakın tarihimizi ilgilendiren olaylar dizisini çok geniş açılardan irdeler:

“Yakın tarihimizden bir kesiti, 1909-1920 yıllarını işleyen Dersaadet’te Sabah Ezanları, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sından sonra çağdaş Türk edebiyatının ikinci büyük tarihi romanı. Hangi Batı, Hangi Sol, Hangi Sağ ve Hangi Atatürk’ün yazarı Attilâ İlhan, bu eserlerin malzemesini oluşturan araştırma ve düşünce ürünlerini yeni romanında fiksiyonuna temel olarak kullanıyor. Şöyle de diyebilirim: Yazar, yıllardır ilgilendiği kültür ve tarih yorumunu bir roman türü düzeyinde estetik alana aktarıyor.” (Aytaç, 1981:103).

Yazarın çok geniş bir perspektiften hareket ettiğini, Jön Türkleri, İttihat ve Terakki’yi, Millî Mücadele yıllarının bütün boyutlarını araştırdığını, roman kurgusunu oluştururken de bu araştırmalarından yararlandığını söyleyebiliriz.

Attilâ İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda Neveser’in babası “Alaman Ziya” çevresinde Osmanlı-Alman ilişkilerini anlatır. II. Abdülhamit döneminde Osmanlı İmparatorluğunun neredeyse bütün ticari ilişkileri Almanya ile yapılmaktadır. Attilâ İlhan burada, bir bakıma, I. Dünya Savaşı’nın nedenlerini bir başka noktada açıklamakta, asıl fırtınanın İngiltere, Fransa gibi ülkelerle Almanya arasında koptuğunu, Osmanlı’nın paylaşılması noktasında yaşandığını sezdirmektedir. Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat döneminde “Devlet-i Aliyye’nin” kaderini İngilizlerin eline bıraktığını diyaloglar aracılığıyla belirten Attilâ İlhan, II. Abdülhamit döneminde de Almanlarla ittifak yaparak Rusya ve İngiltere’ye karşı güç kazandığı zannında olduğunu, bu nedenle de her şeyin Almanlara bırakıldığını dile getirmektedir. Almanlarla iktisadi ve teknolojik yardımlaşmanın boyutları “Alaman Ziya” aracılığıyla, onun yorumuyladır:

“Devlet-i Aliye, Kaiser’in Almanya’sıyla, her gün biraz daha iç içe girmektedir: Rumeli Demiryollarının ardından, aa, bir de bakıyorsun Anadolu Demiryolları Şirketi kurulmuş! Saray’dan ‘imtiyazı’ alır almaz, döşedikleri raylarla Almanlar, Dersaadet’i Anadolu bozkırının taa içlerine bağlıyorlar: İzmir, Adapazarı kapı komşusu oluveriyor, Eskişehir’se yakında bir şehir. ‘Himmetleri var olsun!’ derken, Düvel-i Muazzama’yı birbirine katan, o ‘devasa’BağdadDemiryolu Projesi!Harikulade bir tasavvur! Ordu-yu Hümayun, Dersaadet’te şimendifere bindi mi, o cehennem sıcağı Arabistan çöllerinde kırılmadan, icab-ı halinde, şehr-i dil-ara-yı Bağdad’a vasıl olabilecek.” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003: 210).

Almanlarla, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulan ekonomik bağlantı yukarıdakiler ile sınırlı değildir. Neredeyse ülkenin bütün ihtiyaçları Almanlardan karşılanmaktadır. Yukarıdaki alıntıda da dile getirildiği gibi, bu ilişkiler dünyanın büyük devletlerinin tepkisine neden olmuştur. Bu da, I. Dünya Savaşı’nın, sonuçlarından da anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’ya gitmesinden korkan “Düvel-i Muazzama”nın, Osmanlı’yı paylaşma kaygısından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Büyük devletler, Osmanlı’yı paylaşmak için savaştılar; biz, Çanakkale’deki savunma dışında, kenarda bekledik. Savaş bitiminde de paylaşımı kabullendik. Dirilişimiz, daha sonradır.

Attilâ İlhan’ın Dersaadet’te Sabah Ezanları’nın kurgusunda düşüncelerini aktarmada yararlandığı kişilerden biri de Neveser’in kardeşi Ahmet Ziya’dır. Ahmet Ziya’dan romanda, işgal İstanbul’unda işçi hareketlerinin anlatılmasında yararlanılır. O, bağımsızlık mücadelesinin işçiler tarafından verilebileceği görüşündedir. Bir bakıma da sosyalizmin temsilcisi durumundadır. Ahmet Ziya, Aynanın İçindekiler serisinde Dersaadet’te Sabah Ezanlarîndan sonra da varlığını sürdürür. Gönülden Esemenli Söker, Ahmet Ziya tipinin, 1909’den itibaren Türk solunun halkla bütün-leşememe yanılgısını vermek için romana taşındığını belirtir:

“Tarihdizinsel sıraya göre ilk defa ‘Dersaadet’te Sabah Ezanları’nda örneklenmeye başlayan Türk solculuk hareketleri ve Türk solcu aydınını asıl onun maddi ve manevi kaynağını oluşturan halk tabakalarına yabancılaştıran yanılgısı, ‘Aynanın İçindekiler’ roman dizisinin yayımlanmış beş kitabında da ele alınıp olumlu gelişimini Ahmet Ziya ‘yla ‘O Karanlıkta Biz’ adlı son romanda gösterir.

Attilâ İlhan, Ahmet Ziya’nın söz konusu olduğu bölümlerde tarihî bilgileri, her zamankinden daha yoğun bir biçimde romanlarının dokusuna katar. Bu yazım tarzıysa bu bölümlerin tarih ağırlıklı olmasına neden olur. Yazar, Ahmet Ziya’nın Selanik’te 1909’da başlayan macerasını 1960’a kadar izleyerek Türk sosyalist düşünce tarihinin olumlu ve olumsuz yönlerini göstermek isteyecek, solcu aydının kültürel yanılgısını, onun eylemleriyle yazdığı tarih aracılığıyla yansıtmak yoluna gidecektir.” (2002: 140-141).

Yazar, Millî Mücadele döneminde, sosyalistlerin tam bağımsızlıktan yana olduklarını da Ahmet Ziya ile vurgulamak ister. Attilâ İlhan, Ahmet Ziya’yı başka konularda da konuşturur. Buna bağlı olarak Ahmet Ziya, İttihatçıların hareketlerinde İngiliz Gizli Servisi’nin ve İtalyan Mason localarının tesiri olduğu görüşündedir. Ayrıca, tıpkı Kemal Tahir gibi, Batı ile Bolşeviklik arasında tampon bir bölge kurulması için Millî Mücadele’nin başarılı olmasına izin verildiği görüşünü de belirtir (Koç, 2005: 511). Esemenli Söker, Attilâ İlhan’ın Ahmet Ziya ile Türk solunun tarihsel sürecini, kurgunun gerektirdiği kadarıyla yazma imkânı bulduğunu da belirtmektedir.

Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında olaylar genel olarak İstanbul’da geçer. Ancak Selanik, Paris, biraz da İzmir romanın kurgusu içerisinde olaylara sahne olur. Romanda sosyal hayat ve ekonomi dönemin siyasal hayatıyla iç içedir. İstanbul’da işçi problemlerinin çıkması, insanların yoksulluk nedeniyle fırınlara saldırması, Halıcızade Abdi Bey’in ticari faaliyetleri, yine Halıcızadelerin Leon Mizrahi ile ilişkileri ve Barzilay-Mizrahiler; hem bir dönemin çeşitli etnik ve dini grupların yönlendirdiği Osmanlı’nın iktisadi hayatını hem de bir dönemin ekonomik ve sosyolojik panoramasını verir. Dönemin siyasal olayları da önceleri İttihat ve Terakki ve Abdi Bey çevresinde, daha sonra Millî Mücadele ekseninde Münif Sabri, Neveser, Ahmet Ziya’nın yaşadıklarına dayanılarak verilir. Türklerin dışında, romanda yer alan ve bir dönemdeki icraatlarıyla çöküşü hazırlayan Almanlar, Yahudiler ve Rumlar da dönemin sosyolojik olgusunu verirler. Eğlence hayatı da, Bacaksız Abdi Bey’in Paris’te, İstanbul’da Mizrahilerin evinde Roza ve Raşel ile yaşadıklarından hareketle dikkatlere sunulmuş olur.

Yazar: Prof.Dr. Yakup ÇELİK, Çağdaş Türk Edebiyatı, Anadolu Üniv. Yay.

Benzer İçerikler:

İlginizi Çekebilir:
Kapalı
Başa dön tuşu