Baba Evi Roman Özeti - Orhan Kemal |
Tıkanmış yaşamlarında bireysel çıkış arayan küçük insanları anlatan "Küçük Adam'ın Romanı" dizisinin birinci kitabı olan 'Baba Evi', Orhan Kemal'in yokluk içinde, aile baskısıyla geçen çocukluğunun, ilkgençliğinin öyküsü. Kitabın Özeti: Ben doğduğumda babam Çanakkale'deymiş. Savaş ve başka sebeplerden dolayı memleket memleket dolaşıyorduk. Halalarımdan büyük olanı, daha çok seviyordum. Bazen; uzun saçlarını okşuyor, hatta başkalarından kıskanıyordum. Kardeşim Niyazi ile çiftlikteki hayvanları sık sık eğlencelerimize alet eder , onlara olmayacak eziyetler ederdik. Çiftlik binasının bir alt evi vardı. Bir gün annem, "Yetiş!" diye bağırdı. Gittiğimde, komşuların alt evini yağmaladıklarını gördüm. Annem; "Yapmayın , etmeyin, beyim duyarsa mahvolurum." diyordu. Komşular da "Nasıl olsa gavur malı, sayende sahiplenelim, sevaptır." demişlerdi. Annemin yakarmaları sonucu, yağmalamayı bıraktılar ve aldıkları eşyalarla çekip gittiler. Annemin korktuğu, bir hafta sonra başına geldi. Gece yarısı şiddetle kapı çalınıyordu. Kapıyı açan annemle babama, kapıdaki adam büyük bir hınçla vuruyor bir yandan da söyleniyordu : "Ne yaptın, ya seni hapse atarlarsa, ya beni de hapse atarlarsa." diyordu. Annemin elinde tuttuğu lamba yere düşünce, yangın çıktı. Babam, hem yangını söndürmeye çalışıyor, hem de söyleniyordu. Sabah, annemi boşadı ve dayımın evine gönderdi. İki ay sonra da yeniden nikah kıyıp eve geri getirdi. Bir gün ansızın, hiç kimseye haber vermeden, ortadan kaybolan babam, uzun bir süre ne aradı ne de sordu bizi. Yine bir gün, babamdan umudu kesmişken, postacı kapıyı çaldı, bir mektup uzattı. Mektupta şunlar yazılıydı: "Derhal evi ve eşyaları satın. Aldığınız parayla, adınıza birer pasaport çıkartın." Beyrut'a gitmiştik. Babama Lübnan tebası olmadığı için avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurarak elde ettiği on altın lira ile yüksek bir apartmanın altında küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirirdi. Niyazi'yle ben de lokantanın garsonluğunu ve bulaşıkçılığını yapardık. Bizim lokantanın bitişiğindeki apartmanda, eski paşalardan birinin kızı olduğunu söyleyen, Naciye adında bir kadın yaşıyordu. Lokanta iflas edince, lokantadaki malzemeleri sattık. Niyazi, işportacılık yapıyordu. İbrahim Efendi adında bir baba, eski bir matbaada iş buldu bana. Vazifem, kağıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Herkesten evvel işbaşı yapıyor, makinenin bir kenarına ilişiyor, evden getirdiğim esmer somunumu birkaç zeytin ile yiyordum. Sabahları herkesten evvel geldiğim sıralar Elham, Kulhavallahi okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sükutu fevkalade bir ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla bana ters ters bakar, dualarıma falan boş verirdi. Henüz para almamıştım ama, evdeki itibarım adamakıllı artmıştı. İşten her dönüşümde babam, beni güler yüzle karşılıyor, kız kardeşlerime: "Hey kızlar ne cehennemdesiniz? Abinize su hazırladınız mı? Ayşe, abinin ceketini al, sofrayı hazırla." diye çıkışıyor, yabancı olduğum bir şefkatle, bana sualler soruyor, sonra uzun uzun düşünüyordu. Ahlakımdaki değişmenin, kendim bile farkındaydım. Eve asık yüzle giriyor, kimseyle konuşmuyor, sorarlarsa zoraki cevaplar veriyor, daha çok kendi içimde kendimle konuşuyordum ve bundan da adamakıllı zevk almaya başlamıştım. İki seneden beri, bir türlü alışamadığım bu yerler, bu gurbet ellerden usanmıştım. Vatanım, burnumda tütüyordu. Geceleri aynı yatakta yatmamıza rağmen, Niyazi ile hemen hemen hiç konuşmuyorduk. En ufak konulardan bile hır çıkardığım için, hallerimden ürküyordu. Yatakta ona arkamı dönüyor, dalıyordum hayaller alemine. Hayaller kurduğum geceler, uykum adamakıllı kaçardı. Babamın dışardan gelen kalın öksürüğü, hayallerimi sık sık bozdukça; hırslanır, çoğu sefer ağlardım. Bilirdim ki vatana dönmeme en büyük mani babamdır. Onun yüzünden vatana hiçbir zaman dönemeyeceğimi, gurbet ellerde ölüp gideceğimi, bu yüzden de kıyametin kopacağını sanırdım. Arada canım isterse, balık tutuyordum. Fakat bunu bile zoraki yapıyordum. Hayat bana çok sıkıcı ve anlamsız geliyordu. Böyle davranarak; ev halkını bıktırmayı, özellikle babamın sabrını taşırmayı hedefliyor, bundan da kendime bile itiraf etmesem de gizli faydalar elde etmeyi umuyordum. Babam bir söyler, beş söyler. Nihayet bıkar, cehennem olup gitsin bu baş belası derdi. Bir gün kahvaltıda ekmekleri dağıtan babam, benim ekmeğimi bana doğru fırlattı ve çayım devrildi. Devrilen çay, ayaklarımı çok feci yakmıştı. Öfkeyle kalktım, küfürler savurdum, odama gittim ve işime yarayacak şeyleri çantama doldurmaya başladım. Annem geldi: "O senin baban, ne yaparsa yapsın, daima babandır." dedi. "Babaysa, babalığını yapsın." dedim. Çantamı gördü. "Ne yapıyorsun?" dedi. "Adana'ya kaçacağım" dedim. "Gitme, harcanırsın, biz bugün varız, yarın yokuz. Sonra, pişman olursun." dedi. Sinirlerim yatıştığında, hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Bir süre sonra konsoloshaneye gittim. Yorgi'nin kepekçi dükkanında tanıdığım, yığınla futbol hastasından biri de Hasan Hüseyin'di. İlk zamanlar pek resmiydik, sonra sonra ahbap olduk, daha sonra da dost. Öyle ki evlerine girip çıkmaya başladım. Zaman geldi, onlardan, onların evindekilerden birisi kadar onlardan oldum. Onlara dair, Hasan Hüseyin'den o kadar çok şey dinlemiştim ki . Sapasağlam babasına rağmen, evin erkeği annesiydi. Dikiş diker, bekar zihni dağıldığından, ayağa kalkıverince gözlerinin kötü kötü karardığından bahsederdi. Hasan Hüseyin, Yorgi'yi kızdırmak hususunda çok işe yaradığından, onsuz olamazdık. Ne zaman bir maç teklifi alsak, yahut her nereye, maça gitsek, mutlaka Hasan Hüseyin de bizimle gelirdi. Maçlar yapardık. Gazozuna, ellişer kuruşuna. Yakın kasaba veya köylere seyahatler de yapıyorduk. Hiçbir zaman her şey hazır olmazdı. Bütün dikkatimize rağmen, mutlaka unutulmuş bir şeyler olurdu ve yirmi altılık Mehmet mutlaka sinirlenir, bağırır, çağırır, kamyona zoraki binerdi. Kamyon parasını harçlıklarımızdan denkleştirirdik. Olan olmayana borç verir, üstünü ya Yorgi tamamlar ya da Kahveci Ahmet Efendiden borç alınırdı. Gittiğimiz yerde yenmişsek, dönüş bir kat daha neşeli olurdu. Yendiğimiz kulübün çektiği ziyafette, bizi görmeli!.. Pazar sabahı yola çıktık. Kasabaya, öğleden az evvel vardık. Kulüp binasının önünde durduk. Fakat hayret! Kulübün büyük, tahta kapısında, kocaman bir kilit. Hemen aklımıza, Kasafan Cemal geldi. Hayret! Kasafan Cemal yoktu. Halbuki sabahleyin bizimle beraberdi. Kamyoncu parasını almıştı, çekti gitti, idareciler çekti gitti. Ver elini tozlu yollar! Ana fikri: İnsanların en büyük sorunlarından biri, belki de en önemlisi açlıktır. Ayrıca açlık, Dünya'da en yaygın olan sorundur. Açlık, özellikle insanları küçükten yakaladığı için, toplumsal yaralara, aile bağlarının kopmasına, eğitimsizliğe, kötü davranışlara sebebiyet vermektedir. Bu yüzden de açlık; kötü alışkanlık ve eğitimsizliğin kaynağıdır. Açlığa karşı tüm insanlar, ellerinden geleni yaparak, bu sorunun halline çalışmalı ve topluma daha iyi, daha eğitimli insanlar kazandırmalıdır. Romanın mekanı: Olay; Konya'da, Ankara'da ve daha çok da Beyrut ve Adana'da geçmektedir. Mekan olarak ise varoş yerler ağır basmaktadır. Romanın kahramanları: YAZAR HAKKINDA BİLGİ:
|