Yazarların Gözünden Edebiyat Sinema İlişkisi

Yazarların Gözünden Edebiyat Sinema İlişkisi

Yazarların Gözünden Edebiyat Sinema İlişkisi

SELİM İLERİ

Dünya sinemasında Bolognini’nin çektiği iki filmi örnek verebilirim. Birincisi, Montparnasse’nın Bubu‘su (Parisli Fahişe ismiyle oynadı), Eguene Sue’nın bir romanıdır. Romanı aşacak derecede romanın içinde var olan ama okura pek de ulaşmayan içeriği büyük bir siyasal bilinçle aktarıyordu.

İkincisi, yine aynı yönetmenin Kamelyalı Kadın romanından ve oyunundan yola çıkarak özgün bir senaryoya ulaştırdığı “Kamelyalı Kadının Gerçek Öyküsü“, belleklerde uzun yıllar iz bırakmış asıl Kamelyalı Kadın’ı anlatıyordu bence.

Türk sinemasına gelince, bir sinema filmim değil de bir televizyon dizisini anmak istiyorum. Halit Ziya Uşaklıgil‘den uyarlanan Aşkı Memnu. Çünkü bütünüyle eserin ruhunu yaşatıyordu. Ruhu aktarmak ve eserin iç dünyasındaki yansımasını beyaz perdeye aktarmaktır önemli olan.

Selim İleri

ATTİLÂ İLHAN

Edebiyatın asıl birimi söz, sinemanınsa görüntüdür. Bu yüzden de tamamiyle bir uyarlama söz konusu olamaz. Sinema romandan entrikayı alabilir, hikâyeyi alabilir ve geri kalanını kendi yapar. Ama önemli iki şeyi atlamadan, birincisi tiplerdir, diğeri atmosfer. Romanımdan sinemaya uyarlanan Sokaktaki Adam‘da böyle yapılmıştır. Romanın içinde geçen Marsilya’ya gidilmedi. Film İstanbul sınırları içinde çekildi. Ama “Adiyos Pampamiyo’ isimli şarkı, Tino Rossi’nin 40 sene önce söylediği bir şarkıdır. Bu şarkı bulundu ve filme konuldu. Bazen doğru bulunan bir müzik bile atmosferi sağlayabilir. Marsilya’nın görülmemesi bir kayıp olmadı. Yani tipleri iyi taşırsanız, bir de atmosfer iyi oturdu mu, uyarlama iyi demektir.

Attila İlhan

TOMRİS UYAR

Unutamadığım örnekler, John Houston’un (James Joyce’dan) Ölüler‘i. Yine John Houston’un (Malcolm Lowry’dan) Yanardağ Altında‘sı. Orson Welles’in (Kafka‘dan) Dava‘sı. Orson Welles’in (Shakespeare‘den) Othello‘su. Visconti’nin (Thomass Mann’dan) Venedik’de Ölüm‘ü. Visconti’nin (Dostoyevski’den) Beyaz Geceler‘i.

Türk sinemasında ilk aklıma gelen örnekler:

Halit Refiğ’in, Halit Ziya Uşaklıgil‘den ve Kemal Tahir‘den; Yusuf Kurçenli’nin Sabahattin Ali‘den; Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan‘dan sinemalaştırdığı yapıtlar.

Tomris Uyar

GI0VANNI SC0GNAMILL0

Sinemada başarılı edebiyat uyarlamalarına vereceğim örnekler çok kişisel bir yorumla şunlardır:

Türk sinemasında: Metin Erksan’ın çektiği “Yılanların Öcü“. Erksan özgün dünyasını ve anlatımını Fakir Baykurt‘un kahramanlarıyla uyum içinde harmanladığı için.

Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli“. Yusuf Atılgan‘ın romanından Türk sinemasında eksik olan bir ruhbilimsel gerilim başyapıtını yarattığı için.

Televizyon dizilerinden Halit Refiğ’in “Aşkı Memnu“sunu ve Feyzi Tuna’nın “Üç İstanbul‘unu “dönem” uyarlaması olarak gösterebilirim.

Yabancı sinemada: Lewis Misletone’un Erich Maria Remarque’ın barış severliğini ve antimilitarizmini görselliği ile vurgulayan “Garp Cephesinde Bir Şey Yok” filmi.

Laurence Olivier’nin V. Shakespeare’in adeta sinemasal olay kurgusunu açıklayan “Hamlet” ve “V. Henri” uyarlamalarıyla, Orson Welles’in kıskançlığın anatomisini güncelleştiren “Othello” uyarlaması.

ALİ ULVİ

Hep duyarız, “Efendim, filan filmin daha önce romanını okumuştum. Romanı daha güzeldi, ya da film romanından daha iyi idi.”

Sinemaya uyarlanan edebiyat yapıtlarının, o yapıtları oluşturulan filmle kıyaslanmaları yıllardır hem içerde, hem dışarda sürer gider. Bu düşünme biçimi yanlış. Neden derseniz, bir edebiyat yapıtının anlatım biçimi sözcüklerin oluşturduğu tümcelerdir. Demek biz o tümcelerin kurgusu ile kafamızda belirlenen kavramlarla o yapıtın tadına varıyoruz. Oysa sinema görsel bir sanat. Onu sanat yapan öge ise planların kurgusu. İkisi arasında ortak olan şey sadece konu. Konunun da bir yapıtı tek başına sanat yapmayacağını düşünüyorum.

Özetlersek değişik anlatım biçimlerinin, örneğin “evlat sevgisi”ni anlatan bir tablo ile yine o “evlat sevgisi”ni anlatan bir müzik yapıtının karşılaştırılması nasıl yanlış olursa; bir edebiyat yapıtı ile o yapıtın uyarlandığı sinema yapıtının karşılaştırılması da o ölçüde yanlış olur.

Soruyu başka biçimde sorarsak belki daha ilginç bir tartışma alanı açabiliriz. “Bir edebiyat yapıtından uyarlanan filan film mi daha iyi, yoksa falan film mi?”

Ayrıca şunu da ekleyeyim çok iyi edebiyat yapıtlarından kötü filmler, üçüncü sınıf edebiyat yapıtlarından da çok güzel filmler yapılabilir. Birinciye örnek çoktur da, İkinciye örnek olarak Clouzot’un, Yves Montand’ın başrolünde oynadığı “Korkunun Ücreti” adlı filmi hatırlıyorum.

ERMAN ŞENER

Aslında uyarlama zor iştir. Roman uyarlaması daha da zor bir iştir. Şöyle bir düşünün: 600 sayfalık bir romandan 90 dakikalık bir film yapmak, kolay mıdır? Sözcüklerin yerini görüntüyle doldurmak ve bunu başarmak, kolay mıdır? Yazar “ruhunda fırtınalar esti” der geçer, hadi anlat anlatabilirsen…

Sinemada roman uyarlamaları denince akla ilk gelen “Savaş ve Barış” oluyor. Bondarçuk, neredeyse romanı satır satır filme almış ve ortaya kocaman bir yapıt çıkmıştı. İkisi de Jack London uyarlaması olan “Vahdetin Çağrısı” ile “Beyaz Diş” ise uyarlama konusunda seçimini ve ayıklamayı doğru yapmış, ortaya London’un dünyasını yansıtan iki film çıkarmıştı. John Huston, o büyük ustalığıyla “Moby Dick“ı elbette başka şekillerde de yapabilirdi ama Gregory Peck en uygun seçim oldu. Ve bir casting hatası: Bernard Shaw’ın oyunundan Cukor’ın uyarladığı “My Fair Lady”de Audrey Hepburn, yeteneği bir yana, yanlış seçimdi.

Başka… Kozintsev’in “Don Kişot‘u tabii… (Usta, en iyi “Hamlet”i yapmasıyla da ünlüdür.) Orson Welles’in “Duruşma“sı, başarılı bir Kafka uyarlamasıdır. (Ama bir bir başka uyarlamada, Anthony Perkins bir Kafka kişisini başarıyla canlandırmıştır, o başka…)

John Steinbeck denince akla önce üç film geliyor: “İnci” (Daracık bir bütçeyle çevrilmiş bir filmdir, Anthony Quinn baştan sona döktürür). “Fareler ve İnsanlar” Steinbeck’in dünyasına girilememiş, dışardan bakılmıştır. “Gazap Üzümleri” ise “Yani vallahi bravo, olursa bu kadar olur” dedirtecek cinstendir. Hemingway’den “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” bir harikadır. Gerçi üstad filmi yarısında terk etmiş, “Yahu bu filmde boğalar bile bana ihanet etmiş” demiş ya olsun, “Güneş de Doğar” da başarılı bir Hemingway uyarlamasıydı…

FERİDE ÇİÇEKOĞLU

Edebiyat ve sinema, biri sözcüklere, öbürü görüntülere dayanan iki farklı dil. O nedenle, edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalara, bir anlamda “çeviri” olarak bakmak gerekir. Aslolan mükemmel, ya da mükemmele yakınsa, ne denli başarılı olursa ölsün, çevirisinin onu aşması zor, hatta imkânsız. Sözcüklerle kurgulanmış bir dünyayı görüntülerle yeniden kurgulayabilmek için, bambaşka bir gramere ihtiyaç var. O yüzden, sanılanın tersine, beyazperdeye uyarladığı edebiyat eserine kare kare bağlı kalan yönetmenin, başarılı bir film yapması da yine zor, hatta imkânsız.

Bütün bu bilinen zorluklara karşın, sinema edebiyata sıkça başvurmuş, bundan sonra da başvuracağa benzer. Kimi zaman konu sıkıntısı çektiğinden, kimi zaman da yönetmen, dünyasını tutkuyla paylaştığı bir yazarı beyazperdede yeniden kurgulama dürtüsüne karşı koyamadığı için. Sinema tarihindeki başarılı edebiyat uyarlamalarının ancak böyle bir dürtüden kaynaklandığını sanıyorum. Yine de, filmin edebi ürünü aşıp aşamaması, sözcüklerle kurgulanmış dünyanın adeta iznine bağlı. Örneğin Orson Welles’in Kafka uyarlamasının başarısından sıkça söz edilir ama film, tüm yetkililiğine karşın, görüntülerle anlatılmış Kafka olmanın ötesine geçebilir mi, bilemiyorum.

Yönetmenin yazarın dünyasını paylaşması anlamında, benzer tutkuyla üretilmiş ve başarılı örnekler olduğunu sandığım, John Huston’un “Ölüler” ve Claude Cabrol’un “Madame Bovary” filmleri de, ne Joyce’u, ne Flaubert‘i gölgeleyebilirler. Olsa olsa, izleyiciye, öyküyü ve romanı bir kez daha okuma ve sözcüklerde var olan düş gücünün, resimlenmiş sözcükleri geride bırakma yeteneğine hayran olma fırsatı verirler. Buna karşılık, Bertolucci’nin “Paris’te Son Tango” ve “Çölde Çay” filmleri, kendi başlarına anılmayı hak ederler. Belki de, uyarlandıkları edebiyat ürünlerinin birer başyapıt olmamasından kaynaklanan bir şansları vardır.

Bizim sinemamızdaki başarılı edebiyat uyarlamalarına gelince; hemen anımsadığım üç örnek: Yusuf Kurçenli’nin Rıfat İlgaz‘ın romanından uyarladığı “Karartma Geceleri“, Atıf Yılmaz’ın “Adı Vasfiye“si ki, Barış Pirhasan’ın Necati Cumalı öykülerinden yararlanarak yazdığı bence çok başarılı senaryosu, sözcükten görüntüye yapılmış mükemmel bir çeviridir ve tabii, Yusuf Atılgan’ın romanını beyazperdede klasikleştiren, Ömer Kavur’un Anayurt Oteli“.

TARIK DURSUN K.

Bu konuda en başarılı film (tabii, bence) Bondarçuk’un bir Tolstoy uyarlaması olan “Harp ve Sulh“udur. Birçok yönden sinema tarihinin benzersiz bir filmidir, biliyor musunuz?

Yazarına bu denli bağlı, yazarının her bir kelimesini, her bir satırını beyaz perdeye aktarmak için çırpınan, bunun gerçekleşmesi için de devlet olanaklarını seferber eden (Sovyetler Birliği’ni batıran gizli nedenlerden biri de belki budur) Bondarcuk, bu yüzden dört kere üç buçuk saatlik bitmez tükenmez, sonu asla gelmez bir filmin yine benzersiz rejisörüdür.

Bu, bana sorarsanız sinema değildir; bir tür okuma-görme ve kitap film’dir.

Sahiden başarılı uyarlamalar, Erich Maria Remarque’ın Lewis Milestone eliyle yapılan “Garp Cephesinde Bir Şey Yok“u; Steinbeck’ten Emilio Fernandez’in “İnci “si, Alexandre Dumas’dan George Cukor’un “La Dame aux Camille“i ve B.Traven’den John Huston’ın “Treasure of Sierra Madre“sidir.

Bizden olan uyarlamalara gelince… Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Metin Erksan’ın, Ömer Seyfettin’den Ömer Lütfü Akad’ın, Osman Şahin’den Erden Kıral’ın, Feyzi Tuna’nın, Necip Fazıl’dan Yücel Çakmaklı’nın kimi filmlerini örnek gösterebiliriz.

Tarık Dursun K.

REKİN TEKSOY

Luchino Visconti’nin Thomas Mann’ın aynı adlı romanından sinemaya aktardığı Venedik’te Ölüm (Morte a Venezia) adlı filmi, edebiyat uyarlamalarına sık sık başvuran sinemanın bugüne dek gerçekleştirdiği en önemli uyarlamalardan biri, belki de en önemlisi olduğunu düşünüyorum.

Thomas Mann’ın yazarını filmde besteciye dönüştüren Visconti, yaşamla sanat arasındaki çelişkiyi çözememenin bunalımını yaşayan, bir erkek çocuğa karşı dayanılmaz bir tutku besleyen romantik bir sanatçının iç dünyasının çöküşünü, olağanüstü bir duyarlılıkla anlatır. Venedik’in büyüleyici ortamında bir senfoninin bölümlerim oluşturur gibi birbirini izleyen sessizliklerin, bakışların, yürüyüşlerin Çehov tiyatrosunun tadına ulaştırdığı filmde, denizin, ışığın ve müziğin görülmemiş bir bütün oluşturdukları son sahnede gelen ölüm, koleradan kaynaklanmaz sanki. Besteciyi terk eden, yorgun yüreğidir. Ömrü yetseydi de bu uyarlamayı görebilseydi, sanıyorum Thomas Mann da Visconti’yi kutlardı.

Türk Sinemasında da Ömer Kavur’un Anayurt Oteli usta işi bir edebiyat uyarlamasıdır. Film, paranoyanın yönlendirdiği Zebercet’in kendi içinde tutarlı davranışlarını sergilerken, bir yandan da toplumsal bir iletişimsizliğe, sevgisizliğe göndermeler yapar. Zebercet’in iç dünyasına yapılan yolculuğu, Anayurt Otel’i kusursuz bir bütünlük içinde aktarır.

Edebiyat ve Sinema

Benzer İçerikler:

İlginizi Çekebilir:
Kapalı
Başa dön tuşu