12 Mart -12 Eylül Romanları

Çağına Tanıklık Eden Romanlar (12 Mart-12 Eylül Romanları)

12 Mart -12 Eylül Romanları
BİR DÖNEMİN YARGILANIŞI YA DA 12 MART/12 EYLÜL ROMANLARI

1950’li yıllardan itibaren başlayan çok partili hayat ve buna bağlı olarak gelişen özgürlük ortamı, birtakım ideolojik arayışları, yapılanmaları, gruplanmaları da beraberinde getirir. İhtilâl sonrası gerçekleştirilen 1960 anayasasının sağladığı serbestlik ortamının da etkisiyle sağ-sol şeklinde biçimlenen görüş ayrılıkları, başta üniversiteler olmak üzere tüm kamu kurumlarında, sivil toplum örgütlerinde önce düşünsel planda görüş ayrılıklarına, sonra eyleme dönüşen çatışmalara neden olur. Türk toplumunun gündemini 1980’li yıllara kadar işgal eden bu çatışmalar ile onar yıl arayla gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül askeri muhtıraları/darbeleri ve sonrasında yaşananlar, ister istemez her iki görüşü temsil eden yazarların romanlarına konu edildi. İlk kez Berna Moran’ın ortak bir ad altında topladığı romancılar arasında kendilerine “devrimci”, “solcu”, “68 kuşağı”, “ülkücü”, “sağcı” adını veren ve sayıları bir hayli kabarık olan yazarlardan

  • Melih Cevdet Anday (Gizli Emir, İsa’nın Güncesi),
  • Füruzan (47’liler),
  • Vedat Türkali (Güven I-II),
  • Sevgi Soysal (Şafak),
  • Samim Kocagöz (Tartışma),
  • Mehmet Eroğlu (Issızlığın Ortasında, Geç Kalmış Bir Ölü),
  • Erdal Öz (Odalarda, Yaralısın, Deniz Gezmiş Anlatıyor, Gülünün Solduğu Akşam),
  • Pınar Kür (Yarın Yarın),
  • Ayla Kutlu (Tutsaklar, Ateş Üstünde Yürümek),
  • Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, Ruh Üşümesi),
  • Emine Işınsu (Sancı, Cambaz),
  • Tarık Buğra (Gençliğim Eyvah),
  • Sevinç Çokum (Zor),
  • Çetin Altan (Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü),
  • Süheyla Acar (Yağmurun Yedi Yüzü),
  • Tezer Özlü Kıral (Çocukluğun Soğuk Geceleri),
  • Erhan Bener (Sisli Yaz),
  • Gürsel Korat (Ay Şarkısı),
  • Timur Ertekin (Şamanın Üç Soygunu),
  • Tahir Abacı (İkinci Adım),
  • Erendiz Atasü (Gençliğin O Yakıcı Mevsimi), Şöhret Baltaş (Koşarken Yavaşlar Gibi).. gibi

kimileri 12 Mart muhtırası ve sonrasının uygulamalarını işlerken;

  • Samim Kocagöz (Mor Ötesi),
  • Nazlı Eray (Arzu Sapağında İnecek Var, Sis Kelebekleri..),
  • Latife Tekin (Sevgili Arsız Ölüm),
  • Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar),
  • Hasan Öztoprak (Devamı Hayat),
  • Hayri Erdoğdu (Oynatmak: Kalabalık Yalnızlıklar),
  • Selami Gürel (Soluksuz),
  • Reşit Karadağ (Direnmenin Bedeli),
  • Cezmi Ancil (Binbaşının Düğünü),
  • Ayşegül Devecioğlu (Kuş Diline Öykünen),.. gibi romancılar da 12 Eylül uygulamalarını romana sokarlar.
12 Mart/12 Eylül Roman ve Romancılarının Genel Karakteristiği

Romanlarının konusunu 12 Mart dönemi uygulamalarından alan romancıların büyük bir bölümü, 68 kuşağı olarak ünlenen siyasal gurup arasında bulunmuş, eylemlere katılmış ya da bu kuşağın düşüncelerine romantik bir yakınlık duymuş kişilerdir. Yaşamlarını öyküleştirdikleri roman kişileri, çoğunlukla çevreleriyle uyumsuz, yalnızlık çeken, isyankâr, biraz marjinal kişilerdir. Söylemleri, yerleşik düzene karşı çıkan, sınıf çatışmasını ön plana çıkaran kutupluluk üzerinedir. Romantik, realist ya da doğalcı akıma bağlı olsalar da en büyük hedefleri yaşadıkları/tanık oldukları dönemin gerçeklerini yansıtmaktır.

Çatışmaya bir başka açıdan bakıldığında söz konusu romanlar, eşkıya ve köy romanının farklı bir uzantısı olarak görünürler. Anadolu eşkıyasının yerini bu romanlarda mevcut düzene baş kaldıran kent eşkıyası almıştır. Ne var ki bu romanların büyük bir bölümü Türk romanına getirdikleri özgün anlatım teknikleriyle, derinliğine verilen psikolojik tahlilleriyle ve iç konuşmalara dayalı özeleştirileriyle başarılı olsalar dahi, politik söylemler ve ideolojik bir tek yanlılık arasında harcanıp giderler. Yine aynı sebepten romanlarının ömürleri, yazıldıkları dönemin/güncelin sınırlarını aşamaz. Başarısızlıkları da buradan kaynaklanır.

12 Mart romanları, Moran’m yerinde tespitleriyle, yapı bakımından köy romanlarının kent romanlarına uyarlanması olarak kabul edilebilir. Öncekilerde bilinçlenen köylüler kendilerini sömüren, ekmeklerini ellerinden alan ya da alın terlerinin karşılığını vermeyen mütegallibeye, ağalara ve yerel parti kodamanlarına karşı mücadele ederken; 70’li yıllardan sonra bu mücadele kente taşınır. Bu kez, çatışan tarafların karşısında kendilerini ezdiğine inandıkları kapitalist güçler, iş çevreleri ve onların destekçileri vardır (Moran, 1994: 16-17). Ancak .bu dönemin romanlarının genel karakteristiği olarak olayların yaşandığı yıllar değil, 12 Mart sonrası yansıtılmıştır. Çünkü vermeye çalıştıkları yaptıkları değil, kendilerine yapılanlardır. Bu yüzden çoğu romanda etken değil edilgendirler. Romanlarda yoğunlukla anlatılanlar, tutukevlerinde, karakollarda, sıkıyönetim mahkemelerinde yaşananlarla, dış dünyadaki yansımaları bir arada ve çoğu zaman karşılaştırma yapılarak verilir.

Dönem Romanları İçin İki İlginç Model: Şafak ve Yarın Yarın

Bu dönem romanlarının karakteristik öyküsü, asli kişinin uzun bir süre gözetlendikten sonra bir gece ansızın evinin basılması ve gözleri bağlı olarak karakola götürülmesi ile başlar; burada yaşadığı sorgulama, işkence dönemi, kalıcı izler bırakan ruh çöküntüsünün ardından dışarı çıkması ve ikinci yaşamında çoğu kez toplumdan dışlanması ile sona erer. Söz gelişi bu dönemin tipik romanlarından Sevgi Soysal‘ın Şafak romanında bir gece içinde meydana gelen tüm olaylar, bir örgüt evinin bir gece aniden basılması ve evde bulunanların tutuklanmaları ile başlar, karakolda sorgulanmaları ve şafak vakti serbest bırakılmaları ile sona erer. Roman kişilerinin tutukluluk öncesi ve sonrasına dair yaşadıklarını, bir çeşit genişletilmiş şimdiki zaman şeklinde formülleştirebileceğimiz anımsamalarıyla, geri dönüşlerle ve kendilerini sorguladıkları iç çatışmalarla şimdi’nin birkaç yıl öncesine ve sonrasına kadar genişler. Roman kişilerinin serbest bırakılıp evlerine dönüşünün anlatıldığı daha çok aydınlığı ve kurtuluşu simgeleyen ‘Şafak adlı son bölümde, Adana kentinin işlek bir caddesiyle sembolize edilen Türk toplumunun panoraması verilir. Yazar, kamera tekniğini kullanarak ama daha çok ideolojik bir bakışla ve sınıfsal farklılığın tipik örneklerine odaklanarak köşe başlarında iş bekleyen amelesinden pavyon kapatan kaçakçısına kadar değişik tolum katlarından insan manzaraları sunar. Sevgi Soysal, 12 Mart romanlarının karakteristik yapısına bağlı kalarak biri kendilerine devrimci adını veren gençlerle onların karşısından yer alan egemen güçler arasındaki dış çatışma; öteki kendi aralarındaki kimliklerini ve eylemlerini sorguladıkları iç çatışma olmak üzere iki ana izlek üzerinde yoğunlaşıyor, Çatışmalarda görev alan kişiler, birey ya da karakter olmaktan ziyade tip düzeyinde kalırlar ve sembolize ettikleri kimliği iyi bir şekilde canlandırdıkları ölçüde başarılı sayılırlar. Bu yönüyle Şafak, bir ruh çözümlemesi romanından çok, belli bir dönemin olaylarını sergileyen ve artık sosyolojik değer taşıyan bir romandır (Moran, 1994: 18-21).

Dönem romanları için model oluşturabilecek ikinci örnek, Pınar Kür’ün Yarın Yarın romanı sayılabilir. Pınar Kür, Türkiye’nin düzenini ve 12 Mart dönemini eleştirdiği iki yıllık bir duruşmadan sonra yayımına izin verilen Yarın Yarın’da çatışmanın bir tarafını oluşturan 68 kuşağının ideolojik söylemleri çevresinde biçimlenmiş ve tüm olumsuzlukları bünyesinde toplayan kurgusal hayatlardan kesitler sunar. Varlıklı bir çevreden gelen ve mutsuz bir evlilik geçirmiş olan bir genç kadınla yine aynı çevreden radikal sol örgütlere katılmış bir gencin 12 Mart darbesi çevresinde buluşan yaşamlarını öyküleştirir. Başta asli kişiler Selim ile Seyda olmak üzere romanda yer alan kişilerin hemen tamamı sıradışı insanlardır. Mensubu oldukları çevre ile uyumsuzdurlar ve yalnızlık içindedirler. Kür, romantik bir yakınlık duyduğu 68 kuşağının ideolojik söylemleriyle çıkar okurun karşısına. Söz gelişi yaşamını sürdürebilmek için bedenini satmak zorunda kalan Aysel, kendisiyle ilişki kuran varlıklı iş adamlarından daha onurlu ve ahlâklı olduğu inancındadır. Yoksul ve emeği sömürülen insanlar, şirin ve sevimli gecekondularında varlıklı semtlerde yaşayanlara göre daha sıcak ilişki içindedirler. Ne var ki ülke sorunlarından bunalan roman kişileri, romanın sonunda, kurtuluşu İsviçre’ye yerleşmekte bulurlar.

Şafakz benzer yapısıyla Erdal Öz‘ün Yaralısın romanında kahramanın evi basılır, gözleri bağlı olarak sorgulamaya götürülür. Bundan sonrasını kahramanın sorgulama, tutukluluk döneminde yaşadıklarının anlatılması oluşturur.

TOPLUMCU GERÇEKÇİ BAKIŞ YA DA 68 KUŞAĞI

Daha çok 47’liler romanı ile ünlenen Füruzan (d. 1932) uzun öykü hüviyetindeki Gül Mevsimi‘dir (1972) ve Almanya’daki Türk işçileri ile ilgili anılarını romanlaştırdığı Berlin’in Nar Çiçeği (1988) dışında, yazıldığı yıllarda oldukça ilgi gören romanı 47’liler‘de (1974) devletin resmî politikalarıyla uzlaşamayan aydınların çeşitli yerlere savrulmasını anlatırken, emperyalizme karşı geliştirilen sol ideolojik söylemler ön plana geçer. Konusunu 1947 doğumlu asli kişi Emine Semra Kozlu’nun yaşam öyküsünden alan roman, onun kişiliğinde 12 Mart döneminin dışarıya yansımayan kapalı dünyasına ayna tutmaktadır. Emine’nin 12 Mart öncesinde öğrenci hareketlerine katılmış olması, tutuklanması ve yaşadığı aşağılanmalar, gördüğü işkenceler; tutukluluk öncesi ve sonrasında ailesiyle ve toplumla yaşadığı kopukluklar, harcanmış bir gençliğin çelişkileri, yanılgılar, başarısızlıkla sonuçlanan devrim hareketi romanın izleksel boyutlarını göstermektedir.

Yazar, sosyolojik karakterli bu romanında sadece bir dönemin sosyal ve siyasal olaylarını vermekle kalmamış, aynı zamanda bir kadın olmanın verdiği duyarlıkla Emine’nin kişiliğinden Türkiye’de kadın olmanın sorunlarına ve karşılaşacağı tehlikelere de dikkat çekmiştir. Bir ayrıntı ustası olan Füruzan ‘ın kahramanlarının yaşadıklarını verebilmek için yaptığı ruhsal ve fiziksel betimlemeler, romanı başarılı kılan hususlardır.

Genç kuşak romancılardan Hasan Öztoprak‘ın 12 Eylül sonrası bağlı bulunduğu örgüt ile özgür yaşamak arasında tercih yapmak zorunda kalan kahramanının iç çatışmalarını, örgüt baskısını konu alan Devamı Hayat ile Ayşegül Devecioğlu‘nun tipik bir 12 Eylül romanı olan Kuş Diline Öykünen romanları da döneme yaklaşım tarzları bakımından incelenmeye değer. Özellikle Devecioğlu’nun otobiyografik karakterli romanı, dönemin sosyal ve siyasal yapısına da tanıklık etmektedir. Asli kişisi Gülay, 12 Eylül öncesinde sol görüşlü örgütler arasında bulunmuş, olaylara karışmış; tutukluluğu sırasında işkence görmüş ve tecavüze uğramış bir kadın. Ne var ki o, yaşadıkları sonucu ruhsal bakımdan ezildiği gibi kendisini ahlakî bakımdan sorgulayan ve kendisine yüz çeviren toplum baskısına da göğüs germek zorunda kalmıştır. Devecioğlu, böylesine yalnız ve toplumun dışladığı bir kadın ile yine aynı düşüncenin eylem adamlarından Yavuz’u karşılaştırır. Roman, duygularını ve yalnızlıklarını paylaşan bu iki gencin birlikteliğinde acılar, hayal kırıklıkları ve ihanetlerle dolu geçmişini, şimdiyi ve geleceği sorgular. Geri dönüşlerle yansıtılan geçmişe dair birtakım canlı sahneler ve tablolar, romana, bir bakıma, 12 Eylül dönemini aydınlatan belgesel hüviyet kazandırıyor. Romanın sonunda Gülay’ın geçici mutluluğu, sevdiği erkeğin silahlı bir çatışmada vurulmasıyla yeniden karanlığa dönüşür. Bundan sonra o, incinen, aşağılanan kadınlık onuru ile yaşamını tek başına sürdürecektir. Devecioğlu’nun Kuş Dilinde Öykünen romanı, toplumun unutmaya eğilimli belleğini uyarması yanında, uğruna mücadele ettiği hareket mensuplarının ihanetlerini de kurmaca dünyanın ölçüleri ve sınırları içinde eleştirmektedir.

Adını öykü ile duyuran Süheyla Acar, ilk romanı Yağmur’un Yedi Yüzü ile romancılık yeteneğini kanıtlar. Romanın olay örgüsü, eşinden ve oğlundan ayrı olarak Burgazada’da tek başına yaşarken gizemli bir şekilde ölen doktor Yağmur’un başucuna toplanmış, geçmişte yakın ilişki içinde olduğu yedi kişinin ölü ile ilgili anımsamaları çevresinde gelişir. Kişilikleri, yaşam felsefeleri birbirinden tamamen farklı olan bu yedi kişi yedi parçaya bölünmüş bir kişiliği oluştururlar. Roman kişileri anımsamalarıyla ve gizli dünyalarının ortaya çıkmasıyla bir bakıma kendileriyle de yüzleşirler. Okur, parçaları birleştirdiğinde romanın başında çizilen portrenin tam zıddı olan bir kişi ile karşılaşır: Bedenini hoyratça kullanmış, iç dünyasında yalnız, düşleri ile gerçekleştirdikleri arasındaki çelişkileri yaşamış, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin siyasal olaylarını da kuşatan son kırk yılın Türkiye gerçekleri içinde yenilmiş, yıkılmış olan bir kuşağın acılarını, 1980 sonrası yükselen yeni değerleri ve bu değerler karşısında tutunamayan eski değerleri bünyesinde toplamış parçalı bir kişiliktir. Acar’ın sinema tekniğinden geniş ölçüde yararlanmış olması ve dili özgün kullanması romanını okunabilir ve ilgi çekici kılan özelliklerdendir, Romanı benzerlerinden ayıran önemli ve ayrıcalıklı kılan özelliklerinden birisi de Acar’ın kişilerini ve ele aldığı dönemi tek yanlı bir şekilde yargılaması ya da yüceltmesi yerine olaylara ve sembolik kişilerine mesafeli yaklaşmasıdır.

Bu romanlara Adalet Ağaoğlu‘nun 12 Mart uygulamalarını bir fon olarak kullandığı 1970’li yıllarda sağ-sol kutupluluğuna dayalı Türk toplumunun genel karakteristiğini veren Bir Düğün Gecesi romanını; Vedat Türkali‘nin 90’lı yılların sol söylemlere göre biçimlenmiş siyasal ortamında aralarında yaş uçurumu olan ve Türkiye’nin gerçeklerine farklı pencerelerden bakan doktor unvanlı kahramanının yaşadığı sıra dışı aşkları konu alan, yazarının da kurgusunda rol aldığı otobiyografik karakterli Kayıp Romanlar’ını ve yine 70’li yılların romancısı Oktay Verel‘in sömüren-sömürülen kutupluluğunda toplumsal olaylara mizahi bir eleştiri getiren Aslan Gibi Eşeklerini eklemeliyiz.

MİLLİYETÇİ/ÜLKÜCÜ BAKIŞ

Çatışmanın karşı cephesini oluşturan ve kendilerine “ülkücü” adını veren grupların bakış açısından yaşanan sosyal olayları, siyasal çatışmaları; acılarla, özveriyle dolu bireysel öyküleri geniş bir perspektiften değerlendirip okura sunan romancılar da vardır. Öne çıkan adlardan Tank Buğra Dünyanın En Pis Sokağı ve Gençliğim Eyvah’da 70’li yılların sağ-sol eksenli siyasal çatışmalarını romana taşırken; Yahya Akengin, otobiyografik karakterli Dönüş Acıları romanında 1970’li yıllarda büyük kente üniversite eğitimi almak için gelen dört taşralı gencin, istemeyerek sürüklendikleri olayları, birer yaprak gibi dökülmelerini ve eğitimlerini tamamlayamadan köylerine dönüşlerini işler.

Bakış açıları aynı olmakla beraber görüşlerini ulusçu söylemlerle destekleyen 70’li 80’li yılların sağ-sol kutupluluğuna dayanan bölünmüşlüğünde “milliyetçi / ülkücü” kesimin sorunlarını, görüşlerini, yaşadıkları acılı yaşamı ve sonrasını dile getiren / romanlaştıran yazarlar arasında Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Mustafa Miyasoğlu.. gibi adlardan da söz etmek yerinde olacaktır.

Roman yazmaya 1966’da Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın açtığı yarışma ile başlayan Emine Işınsu Öksüz (d. 1936), son romanı Bukağıya kadar yazdığı tüm romanlarında Türk toplumunun son kırk yıl içinde geçirdiği sarsıntıları, yaşadığı buhranları, kitlesel dalgalanmaları, sağ-sol şeklinde biçimlenen kutuplaşmaları, iyice hazmedilmemiş reçetelerle ve siyasal doktrinlerle kendilerine bir yer tutmaya çalışan ve yaşamlarını bunlarla yönlendiren dönemin gençliğini ve sorunlarını, kuşak çatışmasını, inanç buhranını ve bu buhrandan gönül yüceliğine ulaşmanın yollarını bir öğretmen yüreğiyle, bir anne duyarlığıyla, içten ve yalın anlatımıyla öyküleştirdi. İlk romanı Küçük Dünya’da ellili yıllarda Urfa’ya gelin giden üniversite eğitimi görmüş İstanbullu bir kızın mistik özellikler taşıyan bu uzak yurt köşesinde mizaç ve dünya görüşleri bakımından anlaşamadığı kocası ile duygusal yakınlık kurduğu erkek arasında yaşadığı çatışmalarını işleyen Işınsu, Azap Toprakları, Ak Topraklar, Tutsak, Çiçekler Büyür romanlara konularını yetmişli yılların başında Batı Trakya’da yaşayan Türkler’in kimliklerine yönelik baskı ve horlama altında geçen yaşamlarını öykülemeye yönelir. Sancı ‘da yetmiş öncesi sol görüşlü öğrenciler tarafından öldürülen bir gencin yaşam öyküsünü; Atlıkarıncada yarı aydınların kısır çatışmalarını ve gerçeği sorgulamalarını; 12 Mart öncesi ideolojik kutuplaşmaların bir fon olarak kullanıldığı Cambaz’da Türkiye’deki yozlaşmış sendikacılık faaliyetlerini; Cumhuriyet Türküsü’nde Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak ilk on yılının sosyal ve siyasal olaylarını, Mustafa Kemal ile muhalifleri arasındaki çatışmaları ve zaferin kazanılmasında dişi ile tırnağıyla mücadele eden Anadolu insanının rolünü; Kaf Dağının Ardında’da sol görüşlü ünlü bir kadın romancının sevdiği erkeğin etkisiyle ruhsal bakımından olgunlaşmasını, iç huzuruna kavuşmasını işlerken; Nisan Yağmuru, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri ve Bukağı gibi tasavvufi, mistik karakterli romanlarında okuruna gönül ülkesine giden yolu göstermeğe çalışır.

Emine Işınsu’nun romanları, konu bakımından iki grupta incelenebilir. Alemdar Yalçın’ın tespitiyle bunlardan ilkini “insan ve insan psikolojisinin inceliklerine yönelen romanları” (Yalçın 2003: 552). ikinci grubu ise 1980 öncesi ülkemizin geçirdiği sosyal ve siyasal değişim içindeki ideolojik kutuplaşmaların toplumun değişik katları üzerindeki etkilerini işleyen romanlar oluşturur.

Sanat yaşamına öykü yazmakla başlayan Sevinç Çokum (d. 1943), daha sonra öykü ve romanı bir arada yürütür. Romanlarında sosyal ve tarihsel konulara yer verir. Konusunu yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal olaylarından alan Zorun ardından yazdığı belgesel hüviyetli Ağustos Başağinda Milli Mücadele döneminde cephede ve cephe gerisinde yaşanan olayları; Çırpıntılarda parçalanmış aileleri ve göç dramını Avustralya’da ayakta kalmaya çalışan bir ailenin serüvenini; konusunu yakın tarihten alan Bizim Diyarda Osmanlı Devletinin çöküş yıllarını, kaybedilen Rumeli’yi, Balkan ve Rumeli göçlerini ve yaşanan dramları, 27 Mayıs askeri darbesinin bir fon olarak kullanıldığı Karanlığa Direnen Yıldız ve devamı niteliğindeki Deli Zamanlarda aynı apartmanı paylaşan dostların birbirine yabancılaşmalarını, çözülen kişilikleri, ihanetleri ve Aypare adlı kadın kahramanının çevresinde yeniden bütünleşmelerini; tarihsel romanı Hilâl Görününce ‘de, Kırım Savaşı yıllarında Kırım Türklerinin zengin ve renkli hayatlarından kesitler sunar. Gül Yüzlüm’de köyden kente çalışmak için göç eden dul bir kadının karşılaştığı zorlukları anlatır. Yazar, asli kişi Zeynep’in serüveni içinde aile içi şiddete maruz kalan kadın, ailenin yozlaşması, yanlış batılılaşma gibi sorunları kurmacanın sınırlarında ve edebi-lik vasfını zedelemeden yansıtmayı başarır. Sevinç Çokum’un son romanı Gece Rüzgârları’nda ise 80’li yıllarda geçen olayları, ideolojilerin yerini alan yeni değerleri, ideolojik kargaşalar içinde yönünü ve değerlerini kaybetmiş toplumun ikiyüzlülüğünü, mizahi ve ironik bir üslupla eleştirir.

Sevinç Çokum, sosyal içerikli romanlarında Türk toplumunun yetmişli yıllardan başlayarak geçirdiği hızlı değişmeleri, birtakım dalgalanmaları, 1980 sonrasının yeni değerlerine uyum sağlamakta güçlük çeken insanların çeşitli ruhsal durumlarını, yalnızlık ve yabancılaşmayı işler. Tarihsel romanlarında ise dış Türklerin kimliklerini ve kültürlerini korumak için yaptıkları mücadeleleri onların renkli dünyalarını insancıl ve ulusçu bakış açısından dile getirir.

Şiir, öykü ve romanı bir arada yürüten Mustafa Miyasoğlu (d. 1946), ilk romanı Kaybolmuş Günlefde (1975 MKV Ödülü) 1960 sonrasında ortaya çıkan sosyal ve düşünsel plandaki değişiklikleri, üniversite eğitimi yapan kişilerinin aşklarını, acılarını, kısaca anlamsız çatışmalarla, kavgalarla yitip giden bir gençliğin hayatını anlatır. İkinci romanı Dönemeçte (1980 TYB armağanı) Anadolu insanının iç dünyasını aralamaya çalışır. Pek çok romancının göz ardı ettiği ya da sınıf çatışması için bir araç olarak kullandığı bu insanların zengin ve renkli dünyaları, geleneksel aile içindeki anlaşmazlıkları, kırılmaları ve parçalanmaları; aşk, düğün, ölüm çevresinde verilen bölgesel renkler içinde, hepsinden önemlisi özgün ve şiirsel bir roman diliyle okura yansıtılır. Güzel Ölüm, Doğu metaforlarıyla ve geleneksel söylemlerle biçimlenmiş fantastik bir aşk öyküsü, ya da maddi aşktan ilâhî aşka yücelen benzersiz bir aşk öyküsüdür. Miyasoğlu’nun TYB tarafından ödüle lâyık bulunan son romanı Bir Aşk Serüveninde ise bir aşk öyküsü çevresinde toplumun son otuz yıllık değişim serüvenini ele alır. Romanda tüm beklentilerin genç kuşağın omuzlarında olduğuna özellikle dikkat çekilir. Miyasoğlu, romanlarındaki sağlam olay örgüsü, güçlü karakterleri, ve bu karakterlerinin zengin iç dünyalarıyla Türk romanının önemli adları arasında kabul edilmelidir. Bu adlara Ahmet Bican Ercilasun‘un bir grup akademisyenin Türk cumhuriyetlerinden Özbekistan’a yaptıkları gezi sırasında yaşadıkları serüvenler çevresinde, Türk aydınının son 40 yılda düşünsel planda yaşadığı değişimi ve gelişmeleri de içine alan anı-roman hüviyetindeki Gülnar romanı da eklenebilir.

Bu adlar dışında Alev Alatlı‘nm ‘hepimizin içinde baskıcı, despot bir kişilik yatar; aileden başlayarak aldığımız tek yanlı ve boyun eğmeye, tartışmasız itaat etmeye güdüleyen eğitim anlayışı zamanla farkına varmaksızın bizleri de işkenceci yapıverir’ teme) düşüncesinden yola çıkarak 12 Mart, 12 Eylül öncesi siyasal olayları eleştiren İşkenceci romanını; Mehmet Niyazi Özdemir‘in çatışmaların arka planındaki kimlik sorununa dikkat çektiği Var Olma Kavgasim ve Rusya’dan kaçan ana ile oğulun ölümle sonuçlanan serüvenlerini işlediği Ölüm Daha Güzeldi romanlarını ve Hasan Kayıhan‘m Türkiye’deki üretim ilişkilerinin ve siyasal yapının çarpıklığını ele aldığı Beyler Aman, Nihat Genç‘in Dar Alanda Tufan, Dün Korkusu, Konuştuğumuz Gibi Uzaklara, Bu Çağın Soylusu romanlarının da burada anılması gerekir.

Sonuç olarak 12 Mart 12 Eylül romanları adını verdiğimiz 70’li ve 80’li yılların büyük ölçüde bir dünya görüşüne angaje olmuş, daha çok kutuplaşmalara dayalı anı-romanları, bir döneme ışık tutmaları bakımından edebi niteliklerinden çok sosyolojik değerleriyle belleklerde yer edindiler.

Kaynakça: Prof.Dr. Osman GÜNDÜZ, Çağdaş Türk Romanı

Benzer İçerikler:

Başa dön tuşu